Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Fikir - Düşünce Arenası

Daraltma
X
  •  
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #46
    Merhabalar;

    “Hukukun çıkmazları” başlıklı mesajı okuyunca, yıllardır hukukçu olduğumu belirttiğim dost sohbetlerinde ortaya atılan “ben herşeyi bilemem, o zaman nasıl hareket edeceğimi nereden bileyim” tartışmaları birkez daha gözümün önünden geçiverdi. Ömer Hayyam bir dörtlüğünde Tanrı’ya seslenirken “Beni özene bezene yaratan kim sen, ne yapacağımı da yazmışsın önceden, demek günah işleten de sensin baba, nedir öyleyse o Cennet Cehennem” diye sitemle karışık bir soru somuştu. Gerçekten durum böyle mi? Yani neleri yapıp neleri yapmayacağımız belli, biz bunlardan habersisiz ve o yaptırımlar da neyin nesi mi gerçekten.

    Durum “heşeyi bilip-bilmemek” konusunda düğümleniyor. Acaba bizler gerçekten hiçbir şeyi bilmeyenlerden miyiz? Bunu bir düşünmek lazım.

    Hukukta herşeyi bilmek paradoksunun altında yatan en önemli püf noktası, bu düşüncemizi teoriye dökerken mevcut durumumuzdan kendimizi soyutlayıp, bir anda farklı bir benlik üzerinden konuşmaya başlamamızdır. Bu teori oluşurken, olayın sbjesi konumundaki biz bir anda kendimizi “ormanda kurtlar tarafından büyütülmüş Tarkan”, “Dünya’ya yeni gelmiş E.T” kılığına büründürüyoruz. Doğal olarak oluşturduğumuz dünyada kendimiziz daha baştan hiçbir şeyi bilmeyen ama etrafı hareketlerini düzenleyen kurallarla çevrili bir halde buluyoruz. Peki gerçek benliğimiz bu durumda mı? Buna verilecek kesin cevap hayır!

    Doğduğumuz anda zihnimizin boş bir levhadan ibaret halde olduğunu (çok derin bir felsefe tartışmasında karşı çıkmayacaksanız tabiki) biliyoruz. Bu levha bizi kanunlar önünde “sınırsız sorumlu” başka bir deyişle fiilerimizin sorumluluklarını üstlenecek yaşa yahut anlama kabiliyetine ulaşana dek sürekli şekilleniyor, ve bu şekillenme biz ölene kadar devam ediyor. Öğreniyoruz, deniyoruz, yanılıyoruz, okuyoruz, gözlemliyoruz, anlıyoruz, anlatıyoruz. Dış dünyayı değiştiren her hareketimiz yahut dış dünyayı değiştiren başka bir hareketten haberdar olarak bu levha sürekli yeni şekillerle bürünüyor. Nedir bu şekiller? Bu şekiller bizim her haretimizin hatta başkalarının her hareketinin sonuçlarından ibaret. Hırsızlık yapılmayacağını, birisine küfr edilmeyeceğini, birisinin malına ve canına zarar veremeyeceğimizi biraz daha spesifik olursak gözaltındayken avukat isteyebileceğimizi, ev alacaksan tapu dairesinde işlem yapacağımızı, ev yapacaksan belediyeden izin alacağımızı, fatura keserken vergi ödeyeceğimizi, polise her sorduğunda kimlik göstermek zorunda olmadığımızı, mahkemesiz tutuklanamyacağımızı, evlenmek için resmi bir işlem yapmamız gerektiğini, miras bırakmamız gerektiğini, bir miras pay alabileceğimizi, evimizde aşırı yüksek seste müzik dinleyemeyeceğimizi, okuma hakkımız olduğunu, yaşama hakkımız olduğunu, işkence görmeme hakkımız olduğunu, bir idari kurumdan cevap isterken dilekçe vermemiz gerektiğini, borç verirken bunu yazılı olarak kağıt altına almamız gerektiğini ve bunun gibi burada saymaya gerek olmayan milyonlarca şeyi biliyoruz işin ilginç yanı bunların hepsini de yaşarken yapıyoruz. Aslında bilmediğimizi söylediğimiz çoğu şeyi yaşamımızın bir parçası olarak yapıyoruz. Tıpkı nefes alıp vermek gibi. Bunun aksini söylemek imkansız çünkü kanunlar mevcut toplumsal ilişkilerimizin birer yansımasından ibaret.

    İşi biraz daha karışık hale getirelim. Arkadaşlar örnekler verirken hep Türkiye’den bahsetmişler. Peki biz aynı zamadan AİHS ve BM sözleşmesi sayesinde uluslararası hukukun bir parçasıyız, bizimle ilişki kuran yabancılarla iligli olarak yabancılar hukukunun bir subjesiyiz. Bir yabancı kadınla evlenince boşandığımızda çocuğu alıp kaçmanın yanlış olduğunu biliyoruz, bir ülkede bir davanın konusu olunca bunun Türkiye’yi ilgilendirdiğini biliyoruz. Aslında bilmediklerini iddia edenler, mevcut suje konumunda bulundukları devase uluslararası hukuku görünce herhalde şaşkınlıkltan küçük dillerini yutarlar.
    Bizim kendimizi bilmiyor sanmamızın en önemli nedeni ne? Sorunun cevabı iki basamaktan oluşuyor bunlardan bir tanesi uzmanlık diğer yeni bir ilişki ile yüzleşmek. Yeni bir ilişki yüzleşmek aslında bilmemeye yaklaşılan en yakın durum. Yeni bir harekette bulunmak istiyorsunuz fakat bunun sonuçlarından habersizsiniz. İşte bu durumda sorunun ikinci cevabı yani uzmanlık devreye giriyor. Her insan gibi yeni bir ilişkiye girdiğimizde bu konu hakkında başta bahsettiğimiz levhada “birisine danışmak” oku dışında başka bir işaret yok. Bu durumda ne yapıyoruz. Birisine danışıyoruz. Bir şirket kuracağımızı düşünelim, bu konuda ne yapıyoruz ya çok iyi bir ticaret ababı olarak gördüğümüz Bakkal Mehmet Abi’ye adi şirketini nasıl kuruduğunu sorup ondan bilgi alıyoruz, yahut gerçeken işin uzmanı olarak gördüğümüz bir ticaret hukuku avukatına başvuruyoruz. Burada şaşılacak birşey yok. Bu bizim öğrenme ve gelişme yöntemimiz. İnsanlık milyonlarca yıldır bu şekilde ilerliyor. Hasta olunca doktora gidiyoruz, ev yapacağımız zaman mimara, elektrik tesisatı bozulunca elektrikçiye. Burada uzmanlığın sınırı biraz kayabiliyor. Hasta olunca komuşunun tavsiye ettiği ilaçlara, ev yapacağımız zaman Hasan Usta’ya, elektrik bozulunca apartman kapıcısına da gidebiliriz. Bunu siz belirliyorsunuz. Bunların hepsi size belirli bir sonuç çıkarıyor ve bu sonuç sizi ilgilendiriyor. Daha önce karşılaşmadığımız hukuki bir problemde avukata gitmemiz ise mecburi. Bunun iki nedeni var, çünkü hukuk alanında harektleriyle sonuç doğurabilme yeteneğine sadece avukatlar sahip. Burada bahsettiğim şey belirli birşey yapmak değil belirli bir şeyi yapabilme yeteneğidir. Yani hastalanınca doktor yerine Ayşe Teyze’ye gitseniz bu sağlığınız konusunda doğru yanlış birşeyleri değiştirebilir, kapıcınız elektiriği onarırken ya evi yakar yada hiçbir problem olmadan sizi aydınlığa kavuşturabilir. Ama Bakkal Mehmey Abi siz şirket kurarken oluşacak hukuki alana müdahele edemez, hukuk alanı bunu engeller. Bunu neden yapar? Çünkü yukarıda saydığımız birçok örnek bizzat kendinizle ilgilidir. Dışarıya etkileri oldukça kısıtlıdır. Lakin en ufak bir hukuki alan bile bir ilişkinin dolayısıyla iki tarafın rol aldığı bir yerdir. Birşeyi bilmemeyi biz hukukçuların mazaret olarak kabul etmemesi de işte bu yüzdendir. Çünkü sizin bilmemenize sığınırak, ilişkinin diğer tarafını bildiği şeylerden ötürü zor durumda bırakamayız.Burada karşınızda bir kişi bulunmazsa bile en azından kamu bulunur. Hem sizin hem de ilişkinin diğer tarafını korumak için uzmanlığı teşhislenmiş birilerinin yani avukatların bu alana müdahele etme yeteneği bulunur.

    Kısacası bu pardoks daha başta “hiçbir şey bilmiyoruz”dan hareket ettiği için yanlıştır. Burada biz “hiçbir şeyi bilmiyoruz demiyoruz” bu “şeyleri bilmenin zorunluluğundan bahsediyoruz” savunması ise farklı bir hatalı düşünceden kaynaklanır. Bu şeyleri bilmeniz bir zorunluluk değil yaşadığınız hayat sürecinin bir sonucudur. Hiçbir şeyi bilmeyen birisi, zaten toplumsal bir ilişkide bulunmadığı için; kamunun hiçbir şeyi bilmeyenleri koruma görevinden yarar elde etmek dışında başka bir hukuk alanının sujesi olamaz.

    Burada ufakça Türkiye’deki yanlış bir uygulamaya da değinmek istiyorum. Biz avukatları sadece davalarda çalışan insanlar olarak görüyoruz. Oysa avukatlar sizin hareketlerinizin hukuksal alanını size açıklayacak insanlardır. Bu neden dış dünyayı değiştiren bir ilişkinizde avukatınızdan yardım almak can alıcı noktadır. Bir dava için 3-4 milyar lira vereceğinize bu parayı senelik bir avukata vererek onun her an size yardım etmesini, böylece hukukun kötü yüzünden korunmayı sağlayabilirsiniz. Kısacası bir avukata abone olun.

    Sanırım biraz açıklayacı olabildim, eğer konu ile spesifik olarak daha dar alan soruları gelirse elimden geldiğince açıklama ekleyebilirim.

    Sağlıcakla.

    Yorum


      #47
      Sayın dsavas;

      Çok detaylı ve doyurucu mesajınız zevkle okudum. Harcadığınız emeğe teşekkür ederim. Sizinle bu köşede bayağı tartışacağız anlaşılan.

      Demişsiniz ki (Bundan sonra maviler size ait):

      İşte bu durumda sorunun ikinci cevabı yani uzmanlık devreye giriyor. Her insan gibi yeni bir ilişkiye girdiğimizde bu konu hakkında başta bahsettiğimiz levhada “birisine danışmak” oku dışında başka bir işaret yok. Bu durumda ne yapıyoruz. Birisine danışıyoruz.

      İşte ben de bunu anlatmak istiyordum. Hukuk alanında, birisine niye danışıyorsunuz ki? Siz bütün kanunları zaten biliyorsunuz. Ya da hukuk sizi "biliyor" kabul ediyor.

      İnsanlık milyonlarca yıldır bu şekilde ilerliyor. Hasta olunca doktora gidiyoruz, ev yapacağımız zaman mimara, elektrik tesisatı bozulunca elektrikçiye.

      Hukuk bana "Bilmiyorsan, gel öğreteyim" demiyor ki... "Biliyorsun" diyor. Ya da "Bilmek zorundasın.".

      Daha önce karşılaşmadığımız hukuki bir problemde avukata gitmemiz ise mecburi.

      Neden? Ben herhangi bir duruşmada, hakime

      -"Böyle bir durumla hiç karşılaşmamıştım; dolayısıyla suç olduğunu da bilmiyordum."

      desem; bana

      -"Hiç avukata sormak aklına gelmedi mi?"

      şeklinde mi cevap verecektir, yoksa başka bir şekilde mi?

      Kısacası bu pardoks daha başta “hiçbir şey bilmiyoruz”dan hareket ettiği için yanlıştır. Burada biz “hiçbir şeyi bilmiyoruz demiyoruz” bu “şeyleri bilmenin zorunluluğundan bahsediyoruz” savunması ise farklı bir hatalı düşünceden kaynaklanır. Bu şeyleri bilmeniz bir zorunluluk değil yaşadığınız hayat sürecinin bir sonucudur. Hiçbir şeyi bilmeyen birisi, zaten toplumsal bir ilişkide bulunmadığı için; kamunun hiçbir şeyi bilmeyenleri koruma görevinden yarar elde etmek dışında başka bir hukuk alanının sujesi olamaz.


      Burada yapacağım savunmayı önceden sezmiş, ve cevaplamışsınız. Ben "Hiç birşey bilmiyoruz." demiyorum. "Bizden bütün hukuku ezbere bilmemiz bekleniyor" diyorum. Bu şeyleri bilmem, yaşadığım hayat sürecinin bir sonucu nasıl olabilir, anlayamıyorum.
      Hoş bir örnek değil ama, şimdilik aklıma bu geldi: Hayatı boyunca köyde yaşamış, okuma yazması olmayan ama cezai ehliyete sahip bir köylünün şehre gelir gelmez, yaya geçidinde kırmızı yanarken durması gerektiğini bilmesini nasıl bekleyebiliriz?

      Oysa avukatlar sizin hareketlerinizin hukuksal alanını size açıklayacak insanlardır.

      Niye açıklıyorlar? Ben benim hareketlerimin hukuksal alanını zaten bilmek zorunda (ve hukuk karşısında biliyor durumda) değil miyim?

      Selamlar.
      -"Bana göre Aykut Kocaman ve öğrencileri şike yapmadı."
      -"Burada klima yok mu?"
      -"Renklerin en güzeli siyah-beyaz."

      Kadem bastın gönül tahtıma a sultânım, safa geldin.

      (Gel 7 Eylül 2026 gel)

      Yorum


        #48
        Heyy gençlik nereye ?

        Gençlik nereye gidiyor??

        Hepimiz genciz,(gençtik ) Hepimiz biliriz ki kanımız delidir,duramaz yerinde.Hepimiz biliriz ki gerçeklerle yüzleşmeden son hovardalık günlerimizdir gençliğimiz Düşe kalka öğreniriz ayakta durmayı,bazen kendimizi bazen de yakınlarımızı inciterek.Peki genç olmak her şeyi affettirir mi ?

        Başına buyruk,saygısız,anlayışsız,”ben merkezli” yaşamlarla nereye gidiliyor?

        İnternet sitelerinde öğretmenlerin kontrollerinin kaybettikleri anların görüntüleri dolanıp duruyor, her gün bir okulda çıkan olaya dair haber çıkıyor karşımıza. Kimisi sınıfta alem yaparken kimisi de talan ediyor sınıfı.Bunları yapanlar bizlerden ,belki kardeşimiz belki komşumuz,belki de biziz.

        Neden bu kadar öfke doluyuz ? Neden hep anlaşılmak istiyoruz da anlamak için çaba sarfetmiyoruz? Yanlışı toplum olarak nerde yapıyoruz?Toplumumuzda eğitimli insan sayısı arttıkça şiddetin artmasının bir bağlantısı var mı ? Yaşam standartları iyileştikçe doyumsuzluğumuzun artması mı bizleri bozan ? Eskiden parasız (yada teknolojisiz) ama daha mı mutluyduk ?

        Tüm soruların cevabı kısaca “özenti yaşamlar” mı ?

        Şu sıralar beynimi kurcalayan birkaç soruyu paylaşmak istedim .
        En son m@rdi tarafından düzenlendi; 18.12.2007, 21:20.
        TSira- Şükran
        "Ne mutlu "insanım" diyene. Ne mutlu "Türk'üm" diyene. Ne mutlu "bordooo" sesine "maviiii" diyerek karşılık verene."

        Yorum


          #49
          İlk olarak Cyzio tarafından gönderildi Gönderiyi görüntüle
          2-) Madem ki hukuka göre her vatandaş bütün kanunları virgülüne kadar bilmek zorunda (ve dolayısıyla biliyor); öyleyse avukatlık müessesesine ne gerek var? Öyle değil mi? Ben madem ki, bütün kanunları köküne kadar biliyorum; öyleyse kendimi müdafaa etmek için neden bir başkasına gerek duyayım ki? Başka bir deyişle, hukuk bana avukat hakkı tanıyarak, aslında bütün kanunları bilemeyeceğimi kabûl etmiş olmuyor mu?
          Biraz Kaya abinin gittiği yerden gideceğim. Hukuk bir bilim ve bilimsel ifadelerin herkes tarafından, tam anlamıyla anlaşılması çok zor. Bir kişi, onun kanunda suç olduğunu bildiği halde suç işleyebilir(kasten ya da taksir). Ama mahkemede kendini hukuk dilinde ifade edemez, savunamaz. Avukatlar, mahkeme ile birey arasında bir nevi köprü görevi görür.

          Kanun bize neyin suç olduğunu(veya olmadığını) ve bu suçun cezasını gösterir. Bilerek ya da bilmeyerek bu suçu işlediğimizde, ne yapmamız gerektiğini, kendimizi nasıl savunmamız gerektiğini göstermez. Bunu yapacak olan avukatlardır. Doktor örneğindeki gibi. Biz hasta oluyoruz, hasta olduğumuzu biliyoruz ama yine de tedavisi için doktora gitmek zorundayız.

          Diyelim ki, ben arabamla bir insana çarptım ve ölmesine sebep oldum. Adam öldürmenin suç olduğunu bilmiyor muyum, biliyorum. Ama olay oldu ve adam öldü. Kanunlara göre de bunun cezası var. İşte bu noktada, hukuk ilmi ve bu ilmi öğrenmiş kişiler, avukatlar devreye giriyor. Avukat, olayı çözümlüyor, benim haklı olabileceğim noktaları çıkartıyor ve beni savunuyor. İşte bu işi sıradan bir insan yapamaz. Bu işi yapmak için hukuk ilmi şart. Yani avukatlar şart.

          Yorum


            #50
            Fast food kültürü Türkiyede diyabet sıklığını katladı

            İlk olarak Süleyman tarafından gönderildi Gönderiyi görüntüle
            @Cyzio ve m@rdi,ben teşekkür ederim.

            Efendim,ben de ortaya bir konu atmak istiyorum.

            İnsanoğlunun hayatının devamı için beslenme çok önemli.Peki ama kaçımız sağlıklı besleniyoruz?Yediklerimize dikkat ediyor muyuz???Büyüklerimizden hep duymuşuzdur;ekmeğin karneyle alındığı,şekerin bulunamadığı günleri...O zamanlar sorun açlıktı,şu an ise sorun obezite.Maalesef ki Türk halkı gittikçe obezleşiyor...

            Yaklaşık 4 haftadır çocuk hastaları kliniğinde staj alıyorum.Polikliniğe gelen 10 çocuktan en az 2-3'ü obez...Bu çocukların 5 yaşında olduğunu düşünürsek;bu arkadaşların yaklaşık 35 yaşlarında kalp krizi geçirme ihtimali çok yüksek.Ve ne yazık ki genç yaşlarda geçirilen kalp krizleri çok ama çok tehlikeli...

            Şu formüle göre kendinizi test edebilirsiniz:

            Vücut kitle indeksi=Ağırlık(kg)/Boyun Karesi(metre)

            20'den düşük: Düşük kilolu
            20-25.9 arasıormal kilolu
            26-29.9 arası :Kilolu
            30'dan yüksek:Obez (aşırı kilolu)

            Sizlere sorum;kendimize,çocuklarımıza dikkat ediyor muyuz?
            Fast food kültürü Türkiyede diyabet sıklığını katladı


            Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi İç Hastalıkları ve Nefroloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Süleyman Türk, Türkiye’de 1980’li yıllarda toplam nüfus içinde yüzde 2,5 olan diyabetlilerin oranının bugün yüzde 7’ye çıktığını, bunun en büyük suçlusunun ise fast food kültürü olduğunu söyledi.

            Türk, okul çağındaki çocuklarda ’’fast food’’ tarzında beslenmenin obeziteye (şişmanlığa) zemin hazırladığını, obez olan çocukların da hayatlarının ileri dönemlerinde diyabet ve hipertansiyon gibi hastalıklara yakalanma riski taşıdığını belirtti.

            Bir öğünlük fast food türü yiyeceğin içerdiği tuz miktarının, yetişkinler için tavsiye edilen günlük tuz miktarının 2 katına kadar çıkabildiğini belirten Türk, yetişkinlerin günde 6 gramdan, 6 yaşından küçüklerin ise 3 gramdan fazla tuz almasının sağlık açısından risk oluşturduğunu belirtti.

            Fast food kültürünün yaygınlaşmasının ise Türk toplumda diyabeti artıran en önemli etkilerden biri olduğunu ifade eden Türk, "Diyabet yaklaşık 20 yılda 3 kat artmış oldu. En büyük suçlusu ise fast food kültürünün yaygınlaşması. Kızartmada 3 defadan fazla kullanılan yağ kanserojen etki yapıyor. Bu tür firmaların en çok bilinenleri bile aynı yağ ile yüzlerce defa kızartma yapıyor" dedi.

            Türk, gün aşırı yapılacak yüzme sporu ve 45 dakika hızlı tempoda yürüyüşün obezite ve diyabetle mücadelede büyük yarar sağladığını sözlerine ekledi.


            -----------------------------

            Diyabetes Mellitus(Şeker hastalığı) ile ilgili birkaç bir şey de ben yazayım.

            Dünyada,her 24 saat;
            • 3600 yeni DM vakası saptanır.
            • 580 kişi diabete bağlı komplikasyonlardan hayatını kaybeder.
            • 225 kişiye diyabete bağlı amputasyon (ayağın kesilmesi) yapılır.
            • 120 kişi DM'e bağlı son dönem böbrek yetmezliğine girer.
            • 55 kişi DM'e bağlı kör olur.


            40 yaşından önce DM tanısı konulan erkeklerde 12 yıl,kadınlarda 19 yıl ömür kısalmaktadır.

            2000 yılında doğan,erkek bebeklerin %33'ünde,kız bebeklerin %39'unda DM gelişmesi beklenmektedir.

            Yorum


              #51
              Arkalardan gelen güzel bir başlık

              Ben kendi adıma obezite ve dolayısıyla diabet için fast food'dan çok bilgisayar ve televizyon karşısında oturmayı suçluyorum. Eskiden çocuklar dışarı çıkar saklambaç, kovalamaca oynarlardı şimdi saatlerce bilgisayar başında oturup Call of Duty ile adam öldürüyorlar Bu önemli bir sıkıntı bence. Yalnız tabi ki bu demek değildir ki fastfood masumdur. Arasıra yemek insanın hoşuna gidiyor lakin sadece 1 tane hamburgerin içinde insanın 1 günlük alması gerektiği kadar enerji var. Düşünün artık..
              En son Ömer SEVİNÇ tarafından düzenlendi; 27.02.2008, 00:23.
              Sâhipsiz olan memleketin batması haktır;
              Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır!
              - Eomer -

              Yorum


                #52
                İlk olarak Eomer tarafından gönderildi Gönderiyi görüntüle
                Arkalardan gelen güzel bir başlık

                Ben kendi adıma obezite ve dolayısıyla diabet için fast food'dan çok bilgisayar ve televizyon karşısında oturmayı suçluyorum. Eskiden çocuklar dışarı çıkar saklambaç, kovalamaca oynarlardı şimdi saatlerce bilgisayar başında oturup Call of Duty ile adam öldürüyorlar
                Bu konuda pediatri stajında bir sunum hazırlamıştım. Televizyon izlemek ve internet gerçekten de obezite yapıyor ama bilgisayar oyunları obezite yapmıyor. İlginç, değil mi?

                Yalnız tabi ki bu demek değildir ki fastfood masumdur. Arasıra yemek insanın hoşuna gidiyor lakin sadece 1 tane hamburgerin içinde insanın 1 günlük alması gerektiği kadar enerji var. Düşünün artık..
                Fastfood, gerçekten de acılı ve erken bir ölüme yol açar. Fastfood yerine kuru meyve tüketin.
                Stand-upçı başkan istemiyoruz!

                Yorum


                  #53
                  İlk olarak Kokturk tarafından gönderildi Gönderiyi görüntüle
                  Bu konuda pediatri stajında bir sunum hazırlamıştım. Televizyon izlemek ve internet gerçekten de obezite yapıyor ama bilgisayar oyunları obezite yapmıyor. İlginç, değil mi?
                  Bunu hiç duymamıştım ve çok şaşırdım açıkçası.

                  Belki oyun oynarken duyulan heyecandan dolayı sempatik sistemin aktivasyonuna bağlı olabilir..
                  Sâhipsiz olan memleketin batması haktır;
                  Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır!
                  - Eomer -

                  Yorum


                    #54
                    ) Adolf Hitler (Almanya, 1939 - 1945) : 12,000,000 mülteci / kamplarda 2 milyon ölü -kayıp





                    2) Mao Tze Dong (Çin, 1966 - 1969) : 11,000,000 kişiye kültürel asimilasyon / toplama kamplarında sayısı belli olmayan ölü ve kayıplar



                    3) İspanyol ve Amerikalı Kaşifler 1492-1800 : 7,972,000 ölü / kayıp



                    4) Hideki Tojo (Japonya, 1941-1944) : 5,000,000 ölü/ kayıp



                    5) Pol Pot (Kamboçya, 1975-1979) : 1,700,000 ölü



                    6) Kim Il Sung (Kuzey Kore, 1948-1994) : 1.600,000 mülteci ve toplama kamplarında ölü / kayıp



                    7) Menghitsu (Etopya, 1975-1978) : 1,500,000 ölü / kayıp



                    8) Charles DeGaulle (Cezayir, 1954-1962) : 1,000,000 ölü / kayıp



                    9) Yakubu Gowon (Biafra, 1967-1970) : 1,000,000 ölü / kayıp



                    10) Leonid Brezhnev (Afganistan, 1979-1982) :

                    900,000 ölü / kayıp



                    11) Jean Kambanda (Ruanda, 1994) : 800,000 ölü / kayıp



                    12) İngiliz Krallığı (Avustralya, 1849-1938) : 719,000 ölü / kayıp , 100 bin mülteci



                    13) Suharto (Doğu Timor, 1976-98) : 600,000 ölü /kayıp



                    14) Saddam Hüseyin (Iran ve Kuzey Irak 1980 -1990 : 600,000 ölü / kayıp



                    15) Yahya Khan (Pakistan, 1971 ve Banglades,1990 : 500,000 ölü / kayıp



                    16) Savimbi (Angola, 1975-2002) : 400,000 ölü / kayıp



                    17) Molla Ömer - Taliban (Afganistan, 1986-2001) : 400,000 ölü / kayıp



                    18) Idi Amin (Uganda, 1969-1979) : 300,000 ölü / kayıp



                    19) B.Mussolini (Etopya,Yugoslavya 1936) : 300,000 ölü / kayıp



                    20) Danimarka (Danimarka 1945) : 250,000 Alman Mülteci ölüme terk edildi



                    21) Mobutu Sese Seko (Zaire, 1965-1997) : 250,000 ölü / kayıp, 200 bin mülteci



                    22) Charles Taylor (Liberya, 1989-1996) : 220,000 ölü / kayıp



                    23) Foday Sankoh (Sierra Leone, 1991-2000) : 200,000 ölü / kayıp



                    24) Amerika (Almanya Dresden,1943-1945) : 200,000 sivil ölü (Dresden'e sığınan siviller)



                    25) S. Milosevic (Yugoslavya,1992-96) : 180,000 ölü / kayıp



                    26) Michel Micombero (Burundi, 1972) : 150,000 ölü / kayıp



                    27) Amerika (Hiroşima-Nagazaki 1944) : 135,000 ölü atom bombasi lie bu şehirler yok edildi



                    28) Almanya (Namibya 1891) : 117,000 ölü / kayıp, 15 bin mülteci



                    29) Hassan Turabi (Sudan, 1989 - 1999) : 100,000 ölü / kayıp



                    30) Richard Nixon (Vietnam, 1969 - 1974) : 70,000 ölü / kayıp



                    31) Papa Doc Duvalier (Haiti, 1957-1971) : 60,000 ölü / kayıp



                    32) Marcos (Filipinler) : 50,000 ölü / kayıp



                    33) Hissene Habre (Çad, 1982-1990) : 40,000 ölü / kayıp



                    34) Vladimir Ilich Lenin (Rusya, 1917-1920) : 30,000 mühalif infaz edildi



                    35) Francisco Franco (İspanya) : 30,000 mühalif infaz edild



                    36) Lyndon Johnson (Vietnam, 1963-1968) : 30,000 ölü / kayıp



                    37) Hafız Esad (Suriye 1980-2000): 25,000 ölü / kayıp



                    38) Khomeini (Iran, 1979-1989) : 20,000 ölü / kayıp



                    39) Eski Yugoslavya (1995 Bosna-Hersek) : 15 ölü, 7500 kayıp, 45 bin mülteci



                    40) Paul Koroma (Sierra Leone, 1997) : 6,000 ölü / kayıp



                    41) Usama bin Ladin(Dünya çapında,1991-2001) : 4,000 ölü / kayıp



                    42) Augusto Pinoşe (Chile, 1973) : 3,000 ölü / kayıp



                    43) Efrain Rios Montt (Guatemala) : 2,000 ölü / kayıp



                    44) Sierra Leone : 80,000 mülteci, kayıp rakamı belli değil



                    45) Kıbrıs Cumhuriyeti (1912 - 1974) : 25,000 sivil mülteci,1000'ni aşkın ölü, 100 ingiliz ölü



                    46) Yunanistan (Batı Trakya,1923-1990) : 400,000 mülteci evlerin terk etti



                    47) Bulgaristan (1970-1989) : 360,000 mülteci kültürel asimilasyon sonucu evlerin terk etti, 1000 kişi toplama kamplarına alındı



                    48) Norveç 1920-1930 : Tatar göçmenleri kısırlaştırma ve toplama kamplarında izole etme




                    49) Amerika -Felluce 2004 : Devam ediyor
                    Kazimişi gzas vorert

                    Yorum


                      #55
                      Bunlar Dünyadaki belli başlı kanıtlanmış soykırımlar Dünyada bu kadar kanıtlanmış soykırım varken neden tek bir kanıtı olmayan ermeni soykırımını kabul ediyorlar bu bir oyun mu ! Yoksa yeni bir senaryomu ,Büyük Ortadoğu projesinin başlangıcımı !
                      Bu kadar soykırım var bir tek anıt dikilmezken dünyanın hemen hemen her yerinde sözde Ermeni soykırımı anıtı var bu durum beni hoşnut etmiyor ...
                      En son OYılmaz tarafından düzenlendi; 06.03.2008, 17:17.
                      Kazimişi gzas vorert

                      Yorum


                        #56
                        Soykırım konusunda ABD epeyce sâbıkalıdır, hattâ Adolf Hitler'e bile ilhâm vermişlerdir. "Sakatların" toplumdan "temizlenmesi", öjeni, fikrini Adolf'a ABD'deki uygulamalar öğretmiştir. Kavgam'da bu tip uygulamalar açık açık övülmüştür.

                        Yalnız, soykırımcı listesi yapacaksak Stalin'i atlamamak, hattâ listenin en başına yazmak gerekir. Onun döneminde 20 milyon kadar Türk'ün yok edildiği, daha fazlasının sürüldüğü bilinmektedir. Stalin'in sürdüğü Kırım tatarları'nın çok ufak bir kısmı ülkelerine dönebildi, Ahıskalılar ise dönemedi.
                        Stand-upçı başkan istemiyoruz!

                        Yorum


                          #57
                          Arkadaslar Sabredin Allahın yardımı ve Fethi geliyor ...!
                          Turkıyede adalet 12 yasında kız cocugudur, O nun da kendı Rızası vardır.... Turk mahkemeleri..

                          "Adaletın Temelı Mulktur"

                          Yorum


                            #58
                            Biz Aslında Neyi Tartıyoruz?

                            Genel kanının aksine, erkekle güzellik yarışması seyretmekten pek de hoşlanmazlar. Önceleri bu durumu sırf kendime mahsus bir durum zanneder, biraz da üzülürdüm. Ama samimiyetlerinden şüphe duymayarak konuyu açtığım pek çok hemcinsimden, aynı cevabı duyunca, bu konuda tek olmadığımı anladığım gibi, büyük bir çoğunluk grubunda yer aldığımı da fark ettim.

                            Aynı şekilde (ama bu sefer azınlıkta olarak), dansöz seyretmekten de zerre kadar haz etmem. Katıldığım herhangi bir etkinlikte ortaya dansöz çıkması en büyük kâbuslarımdan biridir.

                            Evet; böyle ilginç bir giriş yaparak, güzellik yarışmasına geri dönelim. Güzellik yarışmalarının, etik bir yarışma olmadığı konusunda sanırım ittifakla anlaşırız. Zira bir takım insanların sadece Allah vergisi özellikleriyle (yoksa siz “Barış’ın hâkim olduğu bir dünya istiyorum” gibi mesajların birincilikte rol oynadığını mı iddia ediyorsunuz?), bir yarışa sokulup bir sıralamaya tâbi tutulmaları, bana hiç de asil bir iş gelmiyor. Ne yarışanlar açısından, ne de bu kararı verenler açısından.

                            Öte yandan, insanlara son derece sportmence yarışlarmış gibi görünen spor müsabakaları da, bence aynen güzellik yarışmaları gibi, insanları kendilerinin belirleyemeyeceği derecelere sokuyor. Çünkü aynen güzel bir yüz veya mevzun bir vücut gibi, atletik bir vücut ve yapılı kaslar da insanın kendi tercihi olmayan özelliklerindendir. Bu durum eğer inançlı bir insansanız Allah vergisi; değilseniz, doğal yetenek olarak adlandırılabilir. Her ikisinde de, sizin gayret göstermeden elde ettiğiniz bir özelliğiniz olarak karşınıza çıkar.

                            Yani insanları güzelliklerine göre tasnif etmek ne derece yanlışsa; güçlerine, kuvvetlerine ve süratlerine göre tasnif etmek de o derece yanlıştır, bana göre. Veya güzellik yarışmalarına doğru gözlerle bakmayan bizler; iş zekâ oyunlarına gelince, neden olumlu bir hâle bürünürüz? Zekâ da aynen güzellik gibi, Allah’ın kullarına hangi kıstasları kullanarak dağıttığını bilemediğimiz ve bilemeyeceğimiz bir lütfu değil midir?

                            Şimdi pek çoğunuz, “İnsan pek çok özelliğini çalışarak geliştirebilir; yani işin içine gayret giriyor.” şeklinde itirazlarda bulunabilirsiniz. Ama çalışkanlık da insana genlerinden gelen bir özellik değil midir? Siz hiç küçüklüğünde tembel olup da büyüyünce çalışkan olan birini gördünüz mü?

                            Bu düşünce beni zaman zaman çok rahatsız eder. Yani, sınavlarla öğrencileri tartmak acaba bizim gerçekten hakkımız mı? Ve aslında neyi tartıyoruz? Öğrencilerime sık sık, sınavlarda tartılanın kendileri değil, kâğıda yazdıkları olduğunu söylerim. Çünkü pek çok kereler karşılaşmışımdır ki; o konuyu çok iyi bildiğine emin olduğum öğrenciler sınavda yapamamış, o kadar iyi olmadığını bildiğim öğrenciler de, sınavda bir yolunu bulup, sonuca ulaşmışlardır. Birinci grup kalır, ikinci grup geçer.

                            Öte yandan bu dünyada bu işin maalesef ideal bir çözümü de yok. Yani insanları gene bu minval üzere tartmaya devam edeceğiz.
                            -"Bana göre Aykut Kocaman ve öğrencileri şike yapmadı."
                            -"Burada klima yok mu?"
                            -"Renklerin en güzeli siyah-beyaz."

                            Kadem bastın gönül tahtıma a sultânım, safa geldin.

                            (Gel 7 Eylül 2026 gel)

                            Yorum


                              #59
                              İlk olarak Cyzio tarafından gönderildi Gönderiyi görüntüle
                              Şimdi pek çoğunuz, “İnsan pek çok özelliğini çalışarak geliştirebilir; yani işin içine gayret giriyor.” şeklinde itirazlarda bulunabilirsiniz. Ama çalışkanlık da insana genlerinden gelen bir özellik değil midir? Siz hiç küçüklüğünde tembel olup da büyüyünce çalışkan olan birini gördünüz mü?
                              Hocam tartışma ortamını daha başlamadan gene bizzat kendiniz bitirivermişsiniz

                              Bizlere itiraz edebileceğimiz bir açık kapı dahi bırakmamışsınız ki..

                              Ama gene de "Çalışkanlık özelliği daha sonradan çevre ve yaşam şartlarının sağlamış olduğu olumlu ya da olumsuz etkenler neticesinde ekstra bir motivasyon ile belki sağlanabilir" şeklinde düşüncemi belirteyim
                              "söylediklerin kimseyi rahatsız etmiyorsa hiçbi' şey anlatmıyorsun demektir"

                              GW

                              Yorum


                                #60
                                Çalışkanlıkla ilgili bir gen yok, varsa da ben duymadım. Çalışkanlık, eğitimle kazanılan bir haslet.

                                Bana göre spor yarışmaları da okul sınavları da -katılımcıların çalışma şartlarının eşit olduğunu var sayarsak- son derece âdil. Elbette ki aç kalmamak için gece yarılarına kadar çalışan birisini sınavda başarısız olduğu için suçlayamayız ama zekâsının yetersiz olduğu savıyla çalışmayan bir öğrenci kalmayı sonuna dek hak ediyordur. Benzer şekilde; elinde kendini geliştirme imkânı varken ısrârla aynı golü yiyen kalecinin, rakipleri antrenman yaparken barlarda dolaşan atletin, sigara ve alkol alan bir sporcunun elbette başarısız olması gerekiyor.

                                Çok çalışmak kadar doğru çalışmak da önemli. 100 metre koşucusu hızlanmak yerine kondisyon çalışırsa başarısız olmağa mahkûmdur ve bu da son derece âdildir.
                                Stand-upçı başkan istemiyoruz!

                                Yorum

                                Üzgünüz, bu sayfayı görüntüleme yetkiniz yok
                                Çalışıyor...
                                X