Merhabalar;
“Hukukun çıkmazları” başlıklı mesajı okuyunca, yıllardır hukukçu olduğumu belirttiğim dost sohbetlerinde ortaya atılan “ben herşeyi bilemem, o zaman nasıl hareket edeceğimi nereden bileyim” tartışmaları birkez daha gözümün önünden geçiverdi. Ömer Hayyam bir dörtlüğünde Tanrı’ya seslenirken “Beni özene bezene yaratan kim sen, ne yapacağımı da yazmışsın önceden, demek günah işleten de sensin baba, nedir öyleyse o Cennet Cehennem” diye sitemle karışık bir soru somuştu. Gerçekten durum böyle mi? Yani neleri yapıp neleri yapmayacağımız belli, biz bunlardan habersisiz ve o yaptırımlar da neyin nesi mi gerçekten.
Durum “heşeyi bilip-bilmemek” konusunda düğümleniyor. Acaba bizler gerçekten hiçbir şeyi bilmeyenlerden miyiz? Bunu bir düşünmek lazım.
Hukukta herşeyi bilmek paradoksunun altında yatan en önemli püf noktası, bu düşüncemizi teoriye dökerken mevcut durumumuzdan kendimizi soyutlayıp, bir anda farklı bir benlik üzerinden konuşmaya başlamamızdır. Bu teori oluşurken, olayın sbjesi konumundaki biz bir anda kendimizi “ormanda kurtlar tarafından büyütülmüş Tarkan”, “Dünya’ya yeni gelmiş E.T” kılığına büründürüyoruz. Doğal olarak oluşturduğumuz dünyada kendimiziz daha baştan hiçbir şeyi bilmeyen ama etrafı hareketlerini düzenleyen kurallarla çevrili bir halde buluyoruz. Peki gerçek benliğimiz bu durumda mı? Buna verilecek kesin cevap hayır!
Doğduğumuz anda zihnimizin boş bir levhadan ibaret halde olduğunu (çok derin bir felsefe tartışmasında karşı çıkmayacaksanız tabiki) biliyoruz. Bu levha bizi kanunlar önünde “sınırsız sorumlu” başka bir deyişle fiilerimizin sorumluluklarını üstlenecek yaşa yahut anlama kabiliyetine ulaşana dek sürekli şekilleniyor, ve bu şekillenme biz ölene kadar devam ediyor. Öğreniyoruz, deniyoruz, yanılıyoruz, okuyoruz, gözlemliyoruz, anlıyoruz, anlatıyoruz. Dış dünyayı değiştiren her hareketimiz yahut dış dünyayı değiştiren başka bir hareketten haberdar olarak bu levha sürekli yeni şekillerle bürünüyor. Nedir bu şekiller? Bu şekiller bizim her haretimizin hatta başkalarının her hareketinin sonuçlarından ibaret. Hırsızlık yapılmayacağını, birisine küfr edilmeyeceğini, birisinin malına ve canına zarar veremeyeceğimizi biraz daha spesifik olursak gözaltındayken avukat isteyebileceğimizi, ev alacaksan tapu dairesinde işlem yapacağımızı, ev yapacaksan belediyeden izin alacağımızı, fatura keserken vergi ödeyeceğimizi, polise her sorduğunda kimlik göstermek zorunda olmadığımızı, mahkemesiz tutuklanamyacağımızı, evlenmek için resmi bir işlem yapmamız gerektiğini, miras bırakmamız gerektiğini, bir miras pay alabileceğimizi, evimizde aşırı yüksek seste müzik dinleyemeyeceğimizi, okuma hakkımız olduğunu, yaşama hakkımız olduğunu, işkence görmeme hakkımız olduğunu, bir idari kurumdan cevap isterken dilekçe vermemiz gerektiğini, borç verirken bunu yazılı olarak kağıt altına almamız gerektiğini ve bunun gibi burada saymaya gerek olmayan milyonlarca şeyi biliyoruz işin ilginç yanı bunların hepsini de yaşarken yapıyoruz. Aslında bilmediğimizi söylediğimiz çoğu şeyi yaşamımızın bir parçası olarak yapıyoruz. Tıpkı nefes alıp vermek gibi. Bunun aksini söylemek imkansız çünkü kanunlar mevcut toplumsal ilişkilerimizin birer yansımasından ibaret.
İşi biraz daha karışık hale getirelim. Arkadaşlar örnekler verirken hep Türkiye’den bahsetmişler. Peki biz aynı zamadan AİHS ve BM sözleşmesi sayesinde uluslararası hukukun bir parçasıyız, bizimle ilişki kuran yabancılarla iligli olarak yabancılar hukukunun bir subjesiyiz. Bir yabancı kadınla evlenince boşandığımızda çocuğu alıp kaçmanın yanlış olduğunu biliyoruz, bir ülkede bir davanın konusu olunca bunun Türkiye’yi ilgilendirdiğini biliyoruz. Aslında bilmediklerini iddia edenler, mevcut suje konumunda bulundukları devase uluslararası hukuku görünce herhalde şaşkınlıkltan küçük dillerini yutarlar.
Bizim kendimizi bilmiyor sanmamızın en önemli nedeni ne? Sorunun cevabı iki basamaktan oluşuyor bunlardan bir tanesi uzmanlık diğer yeni bir ilişki ile yüzleşmek. Yeni bir ilişki yüzleşmek aslında bilmemeye yaklaşılan en yakın durum. Yeni bir harekette bulunmak istiyorsunuz fakat bunun sonuçlarından habersizsiniz. İşte bu durumda sorunun ikinci cevabı yani uzmanlık devreye giriyor. Her insan gibi yeni bir ilişkiye girdiğimizde bu konu hakkında başta bahsettiğimiz levhada “birisine danışmak” oku dışında başka bir işaret yok. Bu durumda ne yapıyoruz. Birisine danışıyoruz. Bir şirket kuracağımızı düşünelim, bu konuda ne yapıyoruz ya çok iyi bir ticaret ababı olarak gördüğümüz Bakkal Mehmet Abi’ye adi şirketini nasıl kuruduğunu sorup ondan bilgi alıyoruz, yahut gerçeken işin uzmanı olarak gördüğümüz bir ticaret hukuku avukatına başvuruyoruz. Burada şaşılacak birşey yok. Bu bizim öğrenme ve gelişme yöntemimiz. İnsanlık milyonlarca yıldır bu şekilde ilerliyor. Hasta olunca doktora gidiyoruz, ev yapacağımız zaman mimara, elektrik tesisatı bozulunca elektrikçiye. Burada uzmanlığın sınırı biraz kayabiliyor. Hasta olunca komuşunun tavsiye ettiği ilaçlara, ev yapacağımız zaman Hasan Usta’ya, elektrik bozulunca apartman kapıcısına da gidebiliriz. Bunu siz belirliyorsunuz. Bunların hepsi size belirli bir sonuç çıkarıyor ve bu sonuç sizi ilgilendiriyor. Daha önce karşılaşmadığımız hukuki bir problemde avukata gitmemiz ise mecburi. Bunun iki nedeni var, çünkü hukuk alanında harektleriyle sonuç doğurabilme yeteneğine sadece avukatlar sahip. Burada bahsettiğim şey belirli birşey yapmak değil belirli bir şeyi yapabilme yeteneğidir. Yani hastalanınca doktor yerine Ayşe Teyze’ye gitseniz bu sağlığınız konusunda doğru yanlış birşeyleri değiştirebilir, kapıcınız elektiriği onarırken ya evi yakar yada hiçbir problem olmadan sizi aydınlığa kavuşturabilir. Ama Bakkal Mehmey Abi siz şirket kurarken oluşacak hukuki alana müdahele edemez, hukuk alanı bunu engeller. Bunu neden yapar? Çünkü yukarıda saydığımız birçok örnek bizzat kendinizle ilgilidir. Dışarıya etkileri oldukça kısıtlıdır. Lakin en ufak bir hukuki alan bile bir ilişkinin dolayısıyla iki tarafın rol aldığı bir yerdir. Birşeyi bilmemeyi biz hukukçuların mazaret olarak kabul etmemesi de işte bu yüzdendir. Çünkü sizin bilmemenize sığınırak, ilişkinin diğer tarafını bildiği şeylerden ötürü zor durumda bırakamayız.Burada karşınızda bir kişi bulunmazsa bile en azından kamu bulunur. Hem sizin hem de ilişkinin diğer tarafını korumak için uzmanlığı teşhislenmiş birilerinin yani avukatların bu alana müdahele etme yeteneği bulunur.
Kısacası bu pardoks daha başta “hiçbir şey bilmiyoruz”dan hareket ettiği için yanlıştır. Burada biz “hiçbir şeyi bilmiyoruz demiyoruz” bu “şeyleri bilmenin zorunluluğundan bahsediyoruz” savunması ise farklı bir hatalı düşünceden kaynaklanır. Bu şeyleri bilmeniz bir zorunluluk değil yaşadığınız hayat sürecinin bir sonucudur. Hiçbir şeyi bilmeyen birisi, zaten toplumsal bir ilişkide bulunmadığı için; kamunun hiçbir şeyi bilmeyenleri koruma görevinden yarar elde etmek dışında başka bir hukuk alanının sujesi olamaz.
Burada ufakça Türkiye’deki yanlış bir uygulamaya da değinmek istiyorum. Biz avukatları sadece davalarda çalışan insanlar olarak görüyoruz. Oysa avukatlar sizin hareketlerinizin hukuksal alanını size açıklayacak insanlardır. Bu neden dış dünyayı değiştiren bir ilişkinizde avukatınızdan yardım almak can alıcı noktadır. Bir dava için 3-4 milyar lira vereceğinize bu parayı senelik bir avukata vererek onun her an size yardım etmesini, böylece hukukun kötü yüzünden korunmayı sağlayabilirsiniz. Kısacası bir avukata abone olun.
Sanırım biraz açıklayacı olabildim, eğer konu ile spesifik olarak daha dar alan soruları gelirse elimden geldiğince açıklama ekleyebilirim.
Sağlıcakla.
“Hukukun çıkmazları” başlıklı mesajı okuyunca, yıllardır hukukçu olduğumu belirttiğim dost sohbetlerinde ortaya atılan “ben herşeyi bilemem, o zaman nasıl hareket edeceğimi nereden bileyim” tartışmaları birkez daha gözümün önünden geçiverdi. Ömer Hayyam bir dörtlüğünde Tanrı’ya seslenirken “Beni özene bezene yaratan kim sen, ne yapacağımı da yazmışsın önceden, demek günah işleten de sensin baba, nedir öyleyse o Cennet Cehennem” diye sitemle karışık bir soru somuştu. Gerçekten durum böyle mi? Yani neleri yapıp neleri yapmayacağımız belli, biz bunlardan habersisiz ve o yaptırımlar da neyin nesi mi gerçekten.
Durum “heşeyi bilip-bilmemek” konusunda düğümleniyor. Acaba bizler gerçekten hiçbir şeyi bilmeyenlerden miyiz? Bunu bir düşünmek lazım.
Hukukta herşeyi bilmek paradoksunun altında yatan en önemli püf noktası, bu düşüncemizi teoriye dökerken mevcut durumumuzdan kendimizi soyutlayıp, bir anda farklı bir benlik üzerinden konuşmaya başlamamızdır. Bu teori oluşurken, olayın sbjesi konumundaki biz bir anda kendimizi “ormanda kurtlar tarafından büyütülmüş Tarkan”, “Dünya’ya yeni gelmiş E.T” kılığına büründürüyoruz. Doğal olarak oluşturduğumuz dünyada kendimiziz daha baştan hiçbir şeyi bilmeyen ama etrafı hareketlerini düzenleyen kurallarla çevrili bir halde buluyoruz. Peki gerçek benliğimiz bu durumda mı? Buna verilecek kesin cevap hayır!
Doğduğumuz anda zihnimizin boş bir levhadan ibaret halde olduğunu (çok derin bir felsefe tartışmasında karşı çıkmayacaksanız tabiki) biliyoruz. Bu levha bizi kanunlar önünde “sınırsız sorumlu” başka bir deyişle fiilerimizin sorumluluklarını üstlenecek yaşa yahut anlama kabiliyetine ulaşana dek sürekli şekilleniyor, ve bu şekillenme biz ölene kadar devam ediyor. Öğreniyoruz, deniyoruz, yanılıyoruz, okuyoruz, gözlemliyoruz, anlıyoruz, anlatıyoruz. Dış dünyayı değiştiren her hareketimiz yahut dış dünyayı değiştiren başka bir hareketten haberdar olarak bu levha sürekli yeni şekillerle bürünüyor. Nedir bu şekiller? Bu şekiller bizim her haretimizin hatta başkalarının her hareketinin sonuçlarından ibaret. Hırsızlık yapılmayacağını, birisine küfr edilmeyeceğini, birisinin malına ve canına zarar veremeyeceğimizi biraz daha spesifik olursak gözaltındayken avukat isteyebileceğimizi, ev alacaksan tapu dairesinde işlem yapacağımızı, ev yapacaksan belediyeden izin alacağımızı, fatura keserken vergi ödeyeceğimizi, polise her sorduğunda kimlik göstermek zorunda olmadığımızı, mahkemesiz tutuklanamyacağımızı, evlenmek için resmi bir işlem yapmamız gerektiğini, miras bırakmamız gerektiğini, bir miras pay alabileceğimizi, evimizde aşırı yüksek seste müzik dinleyemeyeceğimizi, okuma hakkımız olduğunu, yaşama hakkımız olduğunu, işkence görmeme hakkımız olduğunu, bir idari kurumdan cevap isterken dilekçe vermemiz gerektiğini, borç verirken bunu yazılı olarak kağıt altına almamız gerektiğini ve bunun gibi burada saymaya gerek olmayan milyonlarca şeyi biliyoruz işin ilginç yanı bunların hepsini de yaşarken yapıyoruz. Aslında bilmediğimizi söylediğimiz çoğu şeyi yaşamımızın bir parçası olarak yapıyoruz. Tıpkı nefes alıp vermek gibi. Bunun aksini söylemek imkansız çünkü kanunlar mevcut toplumsal ilişkilerimizin birer yansımasından ibaret.
İşi biraz daha karışık hale getirelim. Arkadaşlar örnekler verirken hep Türkiye’den bahsetmişler. Peki biz aynı zamadan AİHS ve BM sözleşmesi sayesinde uluslararası hukukun bir parçasıyız, bizimle ilişki kuran yabancılarla iligli olarak yabancılar hukukunun bir subjesiyiz. Bir yabancı kadınla evlenince boşandığımızda çocuğu alıp kaçmanın yanlış olduğunu biliyoruz, bir ülkede bir davanın konusu olunca bunun Türkiye’yi ilgilendirdiğini biliyoruz. Aslında bilmediklerini iddia edenler, mevcut suje konumunda bulundukları devase uluslararası hukuku görünce herhalde şaşkınlıkltan küçük dillerini yutarlar.
Bizim kendimizi bilmiyor sanmamızın en önemli nedeni ne? Sorunun cevabı iki basamaktan oluşuyor bunlardan bir tanesi uzmanlık diğer yeni bir ilişki ile yüzleşmek. Yeni bir ilişki yüzleşmek aslında bilmemeye yaklaşılan en yakın durum. Yeni bir harekette bulunmak istiyorsunuz fakat bunun sonuçlarından habersizsiniz. İşte bu durumda sorunun ikinci cevabı yani uzmanlık devreye giriyor. Her insan gibi yeni bir ilişkiye girdiğimizde bu konu hakkında başta bahsettiğimiz levhada “birisine danışmak” oku dışında başka bir işaret yok. Bu durumda ne yapıyoruz. Birisine danışıyoruz. Bir şirket kuracağımızı düşünelim, bu konuda ne yapıyoruz ya çok iyi bir ticaret ababı olarak gördüğümüz Bakkal Mehmet Abi’ye adi şirketini nasıl kuruduğunu sorup ondan bilgi alıyoruz, yahut gerçeken işin uzmanı olarak gördüğümüz bir ticaret hukuku avukatına başvuruyoruz. Burada şaşılacak birşey yok. Bu bizim öğrenme ve gelişme yöntemimiz. İnsanlık milyonlarca yıldır bu şekilde ilerliyor. Hasta olunca doktora gidiyoruz, ev yapacağımız zaman mimara, elektrik tesisatı bozulunca elektrikçiye. Burada uzmanlığın sınırı biraz kayabiliyor. Hasta olunca komuşunun tavsiye ettiği ilaçlara, ev yapacağımız zaman Hasan Usta’ya, elektrik bozulunca apartman kapıcısına da gidebiliriz. Bunu siz belirliyorsunuz. Bunların hepsi size belirli bir sonuç çıkarıyor ve bu sonuç sizi ilgilendiriyor. Daha önce karşılaşmadığımız hukuki bir problemde avukata gitmemiz ise mecburi. Bunun iki nedeni var, çünkü hukuk alanında harektleriyle sonuç doğurabilme yeteneğine sadece avukatlar sahip. Burada bahsettiğim şey belirli birşey yapmak değil belirli bir şeyi yapabilme yeteneğidir. Yani hastalanınca doktor yerine Ayşe Teyze’ye gitseniz bu sağlığınız konusunda doğru yanlış birşeyleri değiştirebilir, kapıcınız elektiriği onarırken ya evi yakar yada hiçbir problem olmadan sizi aydınlığa kavuşturabilir. Ama Bakkal Mehmey Abi siz şirket kurarken oluşacak hukuki alana müdahele edemez, hukuk alanı bunu engeller. Bunu neden yapar? Çünkü yukarıda saydığımız birçok örnek bizzat kendinizle ilgilidir. Dışarıya etkileri oldukça kısıtlıdır. Lakin en ufak bir hukuki alan bile bir ilişkinin dolayısıyla iki tarafın rol aldığı bir yerdir. Birşeyi bilmemeyi biz hukukçuların mazaret olarak kabul etmemesi de işte bu yüzdendir. Çünkü sizin bilmemenize sığınırak, ilişkinin diğer tarafını bildiği şeylerden ötürü zor durumda bırakamayız.Burada karşınızda bir kişi bulunmazsa bile en azından kamu bulunur. Hem sizin hem de ilişkinin diğer tarafını korumak için uzmanlığı teşhislenmiş birilerinin yani avukatların bu alana müdahele etme yeteneği bulunur.
Kısacası bu pardoks daha başta “hiçbir şey bilmiyoruz”dan hareket ettiği için yanlıştır. Burada biz “hiçbir şeyi bilmiyoruz demiyoruz” bu “şeyleri bilmenin zorunluluğundan bahsediyoruz” savunması ise farklı bir hatalı düşünceden kaynaklanır. Bu şeyleri bilmeniz bir zorunluluk değil yaşadığınız hayat sürecinin bir sonucudur. Hiçbir şeyi bilmeyen birisi, zaten toplumsal bir ilişkide bulunmadığı için; kamunun hiçbir şeyi bilmeyenleri koruma görevinden yarar elde etmek dışında başka bir hukuk alanının sujesi olamaz.
Burada ufakça Türkiye’deki yanlış bir uygulamaya da değinmek istiyorum. Biz avukatları sadece davalarda çalışan insanlar olarak görüyoruz. Oysa avukatlar sizin hareketlerinizin hukuksal alanını size açıklayacak insanlardır. Bu neden dış dünyayı değiştiren bir ilişkinizde avukatınızdan yardım almak can alıcı noktadır. Bir dava için 3-4 milyar lira vereceğinize bu parayı senelik bir avukata vererek onun her an size yardım etmesini, böylece hukukun kötü yüzünden korunmayı sağlayabilirsiniz. Kısacası bir avukata abone olun.
Sanırım biraz açıklayacı olabildim, eğer konu ile spesifik olarak daha dar alan soruları gelirse elimden geldiğince açıklama ekleyebilirim.
Sağlıcakla.
Yorum