Aslında böyle bir başlık Ganita kısmında mevcuttu. BMN'nin en beğendiğim, en sık takip ettiğim köşelerinden biriydi. Üyelerin birbirlerine zekâ doruları sorup, çözmeye çalıştıkları; çok faydalı bir başlıktı. Maalesef, epeydir faaliyette değil.
Öte yandan pek çoğunuzun bildiği gibi, seyretmesem de (ve seyretmeye cesaretim olup olmadığını hâlen daha kestiremediğim) neler anlatıldığını az çok bildiğim, konusunu gerçek hayattan alan bu isimde bir film vardır. Şizofren bir bilim adamının, uzun uğraşlar sonunda, zor da olsa kendi rahatsızlığını kabullenişini anlatan bir film. Filmi seyreden akademisyen bir arkadaşım, uzun müddet filmin etkisinden kurtulamadığını, ve bütün yaşadıklarını sorgulamaya başladığını söylüyordu. Aslında hepimiz hayatı farklı şekilde algıladığımızdan, zaman zaman çok büyük hayal kırıklıkları yaşamıyor muyuz? Çok sevdiğimiz ve bizi çok sevdiğine inandığımız insanların aslında bambaşka kişilikler olduklarını gözlemlemiyor muyuz? Bu konuda beni en çok düşündüren mesele, o kişinin mi basit bir hadiseyle değiştiği, yoksa benim mi onu senelerce tanımadığım olmuştur.
Muhakkak ki hiç birimiz dünyayı salt gerçekler olarak algılayamıyoruz. Çünkü insanız ve duygularımız var. Ve genellikle "olan"ı değil, "bize göre olması gereken"i algılıyoruz.
Bu konu son iki yıldır zihnimi çok ciddî şekilde meşgul ediyor. Olayları biraz daha ciddî analiz edip değerlendirdiğimde, geride kalan ömrümün önemli bir kısmını yanlış algıladığımı anladım. Ve tâbir-i caizse, bazı konularda nasıl da rüyalar aleminde yaşadığımı. Bu rüyalardan birinin de Trabzonspor olduğunu yaklaşık üç dört ay önce tam olarak anladım. Maalesef anladım ki, çok büyük bir oyunun piyonlarıyız.
Şampiyon olduğu ilk seneden beri paranın, gücün ve şımarıklığın karşıtı olarak görüp de tuttuğum Trabzonspor, benim "Akıl Oyunları"mdan biriydi. Son şampiyonluğu kazandıktan sonra birkaç sene daha mücadele etmişti ama düzen onun artık oyunun içinde olmasını istemiyordu. Daha doğrusu, oyunun içinde olmasını ama hiç bir zaman şampiyon olmamasını istiyordu. Bu kurala ya seve seve uyacaktık, ya da...
Aslında daha şampiyon olduğumuz yıllarda bile süreç başlamıştı. İşin bu raddelere gelmesini sağlayan oyunun temelleri o yıllarda atıldı. Yaşı kırkın üzerinde olanlar hatırlayacaktır, Mustafa Günaydın isimli başkanımız, "İskender'i kaleye koyacağım, Şenol sol açık oynayacak" gibi ciddiyetten uzak demeçlerle yolu açtı.
Uzun yıllar "Öz Evlât" hikayesiyle uyutulduk. Bunu İstanbul takımları çok iyi becerdiler. Şenol Güneş'i Trabzonspor'un başındayken hep övdüler, şiddetle sahip çıkmamızı söylediler. Ama takımımızdan Ali Kemal'i, Serdar'ı, Mehmet Ekşi'yi, Ogün'ü, Abdullah'ı, Selçuk'u, Burak'ı, Egemen'i, Engin'i alan İstanbul takımları nedense kendi takımlarında bu başarılı teknik direktörü görmeyi hiç istemediler. İsteseler, her zamanki gibi parayı bastırıp yapamazlar mıydı? Hayır, Şenol Güneş Trabzonspor'un başında kalmalıydı. İstanbul takımlarını şampiyon yapamayacağını herkes biliyordu. Her şey bir tarafa, Trabzonspor'un başındayken övgüler yağdırdıkları Şenol Güneş'e Millî Takım'ın başındayken niye tahammül edemiyorlardı? Ya da, Mehmet Ali Yılmaz 1997 başında kongreyi kazanıp da Show TV'ye bağlandığı zaman, Şansal Büyüka'nın ilk söylediği sözleri hatırlar mısınız:
-"Sayın başkan, tebrik ediyoruz. Ama bir şeyin sözünü sizden almak isteriz. Yola Şenol Güneş'le devam edeceksiniz, değil mi? Şenol Hoca, bizim hoca."
Hayatımda ilk defa bir program sunucusunun kongreyi yeni kazanmış bir başkana, hocayı değiştirmemesinin lanse edildiğini görüyorum. Şansal Bey kardeşim; Şenol Güneş'i çok beğeniyorsan, Fenerbahçe'ye aldırsana. Aslında son cümlesi herşeyi açıklıyordu: " Şenol Hoca, bizim hoca."
Bu yolda yaptığımız saçmalıklar yıllarca bize hep kahramanlıkmış gibi lanse edildi. Ali Kemal'in İstanbul'a gittiği ilk senenin yazında özel maçta Fenerbahçe'yi İstanbul'da 1-0 yenmiştik. Ertesi gün rahmetli İslam Çupi şöyle yazmıştı:
-"Oyuncularını alarak Trabzonspor'u zayıflatacaklarını sanıyorlar. Hiç Karadeniz çay kaşığıyla boşalır mı?"
Gururum nasıl da okşanmıştı. Ama sübliminal olarak Trabzonspor'un iyi oyuncularını satması gerektiği, hafızalara kazınıyordu. Bu durumu ben yıllarca bir kahramanlık zannettim. Yıllar sonra Türkiye Ligi'nin en iyi oyuncularından biri hasbelkader takımımıza gelip de bir sezon oynadıktan sonra yazılan manşet de hâlâ hafızamdadır:
-"Sergen şutlanacak."
Aman ne iyi. Ne müthiş bir iş beceriyorduk. Takımın en iyi, en tanınmış oyuncusunu şutluyorduk. Bizim şutladığımız Sergen, bu olaydan üç dört sene sonra İngiltere'de Chelsea'ye iki gol atıyordu.
Son yirmi yıldır iyi teknik direktöre kötü kadro, yetersiz teknik direktöre iyi kadro veriyorduk. Ben de hep "Bu ne biçim şanssızlık?" diye hayıflanıyordum. Şimdi anlıyorum ki, bu olanlar şanssızlık değil, kasıtlı adılmış adımlardır. Ve gene anlıyorum ki, Trabzonspor'da göreve gelen her insan, belirli mercilere bu işin sözünü verdiği için geliyordur. Yani Trabzonspor'u bu oynanan oyunun içinde tutup, hiç bir zaman gerçek başarıya ulaşmama sözü.
Şu ana kadar yazdıklarım, pek çoğunuza fikirlerim sebebiyle önyargılı gelebilir. Peki, konuyu biraz daha derinleştirelim. Sizce aşağıdaki beyanatlar hangi görüşe hizmet etmektedir:
-" Trabzon’da son dönemde yaşananları bir anlatsam, orada ne futbolcu, ne de yönetici kalır"
-"Cenaze evinde düğün olmaz."
-"Aykut ve öğrencileri şike yapmadı."
-"Trabzonspor Fenerbahçe ile iyi geçinmeli."
-"Biz de muhakkak şike yapmışızdır."
-"Mehmet Ali Aydınlar'ın Trabzonspor taraftarına bir helallik borcu var."
Ve en son bugünkü beyanat:
-"Mecnun başkan da bizim dostumuzdur, arkadaşımızdır. Bizim ne kadar bu kirli iş ilişkilerle mücadele ediyorsak, o da aynı şekilde mücadele eden bir arkadaşımızdır ve bu sürecin içerisinde kirliliğe bulaşmayan da bir arkadaşımızdır. Bu da benim kendimin kendimden nasıl eminsem ondan da eminim"
Çok beğendiğim bir lâf vardır: "Cehlin ol mertebesi , sehl olmaz, kesbsiz, taa bu kadar cehl olmaz!" Yani: "Bu kadar yanlışlık, bilmezlikten gelmek, yanlışlıkla olmaz; bu kadar cehl, çalışmaksızın olmaz."
Yani bu kadar hata bilmeden yapılamaz, muhakkak ki işin içinde kasıt vardır. Kimler nelerin diyetini ödüyor bilemem; ama yıllarca uyutulduğumuz aşikâr. Ve başımıza kim gelirse gelsin, bu kirli senaryo değişmeyecek. Yanlış anlaşılmasın; belki UEFA sayesinde şampiyonluğumuzu alabiliriz. Ama görün bakın, en geç dört seneye kadar burnumuzdan fitil fitil getirirler. Emarelerini de zaten görüyoruz. Bu seneye 2010-2011 şampiyonu olarak girsek bile, bu kadro ve bu hocayla, müthiş bir facianın yaklaşmakta olduğunu herhalde görmeyenimiz yoktur.
Böyle gelmiş, böyle gider...
.
Öte yandan pek çoğunuzun bildiği gibi, seyretmesem de (ve seyretmeye cesaretim olup olmadığını hâlen daha kestiremediğim) neler anlatıldığını az çok bildiğim, konusunu gerçek hayattan alan bu isimde bir film vardır. Şizofren bir bilim adamının, uzun uğraşlar sonunda, zor da olsa kendi rahatsızlığını kabullenişini anlatan bir film. Filmi seyreden akademisyen bir arkadaşım, uzun müddet filmin etkisinden kurtulamadığını, ve bütün yaşadıklarını sorgulamaya başladığını söylüyordu. Aslında hepimiz hayatı farklı şekilde algıladığımızdan, zaman zaman çok büyük hayal kırıklıkları yaşamıyor muyuz? Çok sevdiğimiz ve bizi çok sevdiğine inandığımız insanların aslında bambaşka kişilikler olduklarını gözlemlemiyor muyuz? Bu konuda beni en çok düşündüren mesele, o kişinin mi basit bir hadiseyle değiştiği, yoksa benim mi onu senelerce tanımadığım olmuştur.
Muhakkak ki hiç birimiz dünyayı salt gerçekler olarak algılayamıyoruz. Çünkü insanız ve duygularımız var. Ve genellikle "olan"ı değil, "bize göre olması gereken"i algılıyoruz.
Bu konu son iki yıldır zihnimi çok ciddî şekilde meşgul ediyor. Olayları biraz daha ciddî analiz edip değerlendirdiğimde, geride kalan ömrümün önemli bir kısmını yanlış algıladığımı anladım. Ve tâbir-i caizse, bazı konularda nasıl da rüyalar aleminde yaşadığımı. Bu rüyalardan birinin de Trabzonspor olduğunu yaklaşık üç dört ay önce tam olarak anladım. Maalesef anladım ki, çok büyük bir oyunun piyonlarıyız.
Şampiyon olduğu ilk seneden beri paranın, gücün ve şımarıklığın karşıtı olarak görüp de tuttuğum Trabzonspor, benim "Akıl Oyunları"mdan biriydi. Son şampiyonluğu kazandıktan sonra birkaç sene daha mücadele etmişti ama düzen onun artık oyunun içinde olmasını istemiyordu. Daha doğrusu, oyunun içinde olmasını ama hiç bir zaman şampiyon olmamasını istiyordu. Bu kurala ya seve seve uyacaktık, ya da...
Aslında daha şampiyon olduğumuz yıllarda bile süreç başlamıştı. İşin bu raddelere gelmesini sağlayan oyunun temelleri o yıllarda atıldı. Yaşı kırkın üzerinde olanlar hatırlayacaktır, Mustafa Günaydın isimli başkanımız, "İskender'i kaleye koyacağım, Şenol sol açık oynayacak" gibi ciddiyetten uzak demeçlerle yolu açtı.
Uzun yıllar "Öz Evlât" hikayesiyle uyutulduk. Bunu İstanbul takımları çok iyi becerdiler. Şenol Güneş'i Trabzonspor'un başındayken hep övdüler, şiddetle sahip çıkmamızı söylediler. Ama takımımızdan Ali Kemal'i, Serdar'ı, Mehmet Ekşi'yi, Ogün'ü, Abdullah'ı, Selçuk'u, Burak'ı, Egemen'i, Engin'i alan İstanbul takımları nedense kendi takımlarında bu başarılı teknik direktörü görmeyi hiç istemediler. İsteseler, her zamanki gibi parayı bastırıp yapamazlar mıydı? Hayır, Şenol Güneş Trabzonspor'un başında kalmalıydı. İstanbul takımlarını şampiyon yapamayacağını herkes biliyordu. Her şey bir tarafa, Trabzonspor'un başındayken övgüler yağdırdıkları Şenol Güneş'e Millî Takım'ın başındayken niye tahammül edemiyorlardı? Ya da, Mehmet Ali Yılmaz 1997 başında kongreyi kazanıp da Show TV'ye bağlandığı zaman, Şansal Büyüka'nın ilk söylediği sözleri hatırlar mısınız:
-"Sayın başkan, tebrik ediyoruz. Ama bir şeyin sözünü sizden almak isteriz. Yola Şenol Güneş'le devam edeceksiniz, değil mi? Şenol Hoca, bizim hoca."
Hayatımda ilk defa bir program sunucusunun kongreyi yeni kazanmış bir başkana, hocayı değiştirmemesinin lanse edildiğini görüyorum. Şansal Bey kardeşim; Şenol Güneş'i çok beğeniyorsan, Fenerbahçe'ye aldırsana. Aslında son cümlesi herşeyi açıklıyordu: " Şenol Hoca, bizim hoca."
Bu yolda yaptığımız saçmalıklar yıllarca bize hep kahramanlıkmış gibi lanse edildi. Ali Kemal'in İstanbul'a gittiği ilk senenin yazında özel maçta Fenerbahçe'yi İstanbul'da 1-0 yenmiştik. Ertesi gün rahmetli İslam Çupi şöyle yazmıştı:
-"Oyuncularını alarak Trabzonspor'u zayıflatacaklarını sanıyorlar. Hiç Karadeniz çay kaşığıyla boşalır mı?"
Gururum nasıl da okşanmıştı. Ama sübliminal olarak Trabzonspor'un iyi oyuncularını satması gerektiği, hafızalara kazınıyordu. Bu durumu ben yıllarca bir kahramanlık zannettim. Yıllar sonra Türkiye Ligi'nin en iyi oyuncularından biri hasbelkader takımımıza gelip de bir sezon oynadıktan sonra yazılan manşet de hâlâ hafızamdadır:
-"Sergen şutlanacak."
Aman ne iyi. Ne müthiş bir iş beceriyorduk. Takımın en iyi, en tanınmış oyuncusunu şutluyorduk. Bizim şutladığımız Sergen, bu olaydan üç dört sene sonra İngiltere'de Chelsea'ye iki gol atıyordu.
Son yirmi yıldır iyi teknik direktöre kötü kadro, yetersiz teknik direktöre iyi kadro veriyorduk. Ben de hep "Bu ne biçim şanssızlık?" diye hayıflanıyordum. Şimdi anlıyorum ki, bu olanlar şanssızlık değil, kasıtlı adılmış adımlardır. Ve gene anlıyorum ki, Trabzonspor'da göreve gelen her insan, belirli mercilere bu işin sözünü verdiği için geliyordur. Yani Trabzonspor'u bu oynanan oyunun içinde tutup, hiç bir zaman gerçek başarıya ulaşmama sözü.
Şu ana kadar yazdıklarım, pek çoğunuza fikirlerim sebebiyle önyargılı gelebilir. Peki, konuyu biraz daha derinleştirelim. Sizce aşağıdaki beyanatlar hangi görüşe hizmet etmektedir:
-" Trabzon’da son dönemde yaşananları bir anlatsam, orada ne futbolcu, ne de yönetici kalır"
-"Cenaze evinde düğün olmaz."
-"Aykut ve öğrencileri şike yapmadı."
-"Trabzonspor Fenerbahçe ile iyi geçinmeli."
-"Biz de muhakkak şike yapmışızdır."
-"Mehmet Ali Aydınlar'ın Trabzonspor taraftarına bir helallik borcu var."
Ve en son bugünkü beyanat:
-"Mecnun başkan da bizim dostumuzdur, arkadaşımızdır. Bizim ne kadar bu kirli iş ilişkilerle mücadele ediyorsak, o da aynı şekilde mücadele eden bir arkadaşımızdır ve bu sürecin içerisinde kirliliğe bulaşmayan da bir arkadaşımızdır. Bu da benim kendimin kendimden nasıl eminsem ondan da eminim"
Çok beğendiğim bir lâf vardır: "Cehlin ol mertebesi , sehl olmaz, kesbsiz, taa bu kadar cehl olmaz!" Yani: "Bu kadar yanlışlık, bilmezlikten gelmek, yanlışlıkla olmaz; bu kadar cehl, çalışmaksızın olmaz."
Yani bu kadar hata bilmeden yapılamaz, muhakkak ki işin içinde kasıt vardır. Kimler nelerin diyetini ödüyor bilemem; ama yıllarca uyutulduğumuz aşikâr. Ve başımıza kim gelirse gelsin, bu kirli senaryo değişmeyecek. Yanlış anlaşılmasın; belki UEFA sayesinde şampiyonluğumuzu alabiliriz. Ama görün bakın, en geç dört seneye kadar burnumuzdan fitil fitil getirirler. Emarelerini de zaten görüyoruz. Bu seneye 2010-2011 şampiyonu olarak girsek bile, bu kadro ve bu hocayla, müthiş bir facianın yaklaşmakta olduğunu herhalde görmeyenimiz yoktur.
Böyle gelmiş, böyle gider...
.
Yorum