PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Karadeniz Müziği Bölümü (Mp3 Yasaktır)



zeleka
05.02.2008, 04:14
Arkadaslar gezdim dolasdim biz karadenizliyiz ama koskoca Bmn de bir Karadeniz / Kemence bolumu yok buna son verme zamani cokdan geçdi bile!!! ve bu basligi aciyoruz hayirlisi ile.
youtube ve benzer cekimleri burda paylasim yapabiliriz veyahutda cikan, cikacak olan ,yeni eski kemence ustatlarinin albumlerinide burda konusuruz tartisiriz tanitiriz ama mp3 paylasimi yasakdir.

Bahattin Çamurali, 1931 / 1991
Arkadaslar Rahmetli Bahattin Camurali'nin ilk goruntuleri !!!

Kemence dedinmi ilk olarak aklima gelenlerden sayilan Bahattin Camurali ustalarin ustasida diyebilecegimiz bu rahmetli bu goruntulerde sozsuz kemence caliyor ama kemenceyi calmaya calmiyor, konusturuyor. yattigi yer nur olsun , buyuk ustat kemenceyi sevdin sevdirdin sukranlarimla.

vYqiRKCRb4Y

Bahattin Çamurali, 1931 yılında Trabzon (http://tr.wikipedia.org/wiki/Trabzon)'un Sürmene (http://tr.wikipedia.org/wiki/S%C3%BCrmene) ilçesinin Cida (http://tr.wikipedia.org/wiki/Cida) köyünde dünyaya gelmiştir. Önemli bir Karadeniz kemençesi üstadıdır. Farklı çalış stiliyle birçok kemençeciye örnek olmuştur. Görele (http://tr.wikipedia.org/wiki/G%C3%B6rele), Akçaabat (http://tr.wikipedia.org/wiki/Ak%C3%A7aabat), Tonya (http://tr.wikipedia.org/wiki/Tonya)'nın kesik kısa melodik hızlı ritmik riflerin aksine ezgisel yönü ağır basan Sürmene (http://tr.wikipedia.org/wiki/S%C3%BCrmene)'ye özgü bir tarzı vardı. Tok melankolik sesine uygun kalın sesli kemençeyi ustalıkla kullanıyordu. 1991 (http://tr.wikipedia.org/wiki/1991) yılında İstanbulda (http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0stanbul) vefat etmiştir. Derlediği ve bestelediği türküler ve kemençe tekniği açısından tüm zamanların en iyi kemençecilerindendir.
Bahattin Çamurali, ayrıca karadeniz müziği dışında, halk müziği ve sanat müziği melodilerini de kemençeye uyarlamış ve başarılı olarak çalmıştır. Daha önce pek kullanılmayan veya bilinmeyen ve çıkarılması zor sesleri yakalamış ve bu tarzı ile daha çok dinleyicinin kulağına değil, yüreğine hitap etmiştir.

zeleka
05.02.2008, 04:39
2.1. Hüseyin dilaver'in Hayatı Hakkında Genel Bilgi

Trabzon’un Sürmene ilçesinin şimdiki adıyla Aksu, eski adıyla Aso köyünde Temel ve İlve Dilaver’in 3 erkek, 1 kız çocuğundan biri olan Hüseyin Dilaver 1906 yılında dünyaya gelmiştir.

Çocukluk yıllarında müziğe ilgi duymuş, yaşı ile birlikte bu hobisi de ilerlemiştir; öyle ki gençlik yılları, askerlik çağı ve sonrası hobi olarak başladığı müzik hayatının en önemli parçası olmuştur.

“Çok cömert bir insanmış; bir gün köye geliyormuş; eskiden gurbetten gelirken buğday ekmeği getirmek çok meşhurmuş, köye gelmiş çocuklar Hüseyin amca geldi diye etrafına toplanmış, ekmeği bütün çocuklara bölüştürmüş ve ekmek bitmiş. İnancı kuvvetli, insanlara sevgisi yoğun bir kişiymiş. Fakiri görse sırtından ceketini çıkarır verirmiş. Bir zengin fakiri görüp bir ihtiyacını giderebiliyorsa, sırtından ceketi, ayağından ayakkabıyı çıkarıp verebiliyorsa ben ona fakire yardım etti derim, dermiş. Çocukları insan sevgisini babalarından öğrenmişler, anneleri de sevecenmiş ama babaları daha bir başkaymış.”

“Eve bir misafir geldiği zaman daha gelmeden tembih edermiş; “Kızım evimize misafir geldiği zaman (eskiden abdes alınırdı) şöyle havlu tutun, namazını kıldırın, açsa yemeğini yedirin, güler yüzlü olun, misafire hizmet etmek sevaptır” demiş. Manevi duyguları çok kuvvetliymiş. Çocuklarına karşı çok şefkatliymiş, hiçbir zaman bir fiske vurmuş biri değilmiş, kesinlikle öyle sert yapılı bir insan değilmiş, daima güler yüzlü, her şeye espri ile yaklaşan her şeyi şaka ile ifade eden biriymiş. Kızı “Ben evlendiğimde eşim sert mizaçlıydı ve ben şok oldum, çünkü biz babamızdan öyle görmemiştik, hele de beni çok severdi, derdi ki on tane akılsız oğlum olacağına bir tane Güner gibi kızım olsun, çünkü ben babama çok bağlıydım, dikiş diker kuruşuna kadar ona verirdim. Son zamanlarda tabi yaşlandı, hastalandı, eskisi gibi çalışamıyordu.”

“Belirli yaşa kadar memur yaşantısı olmuş. Trabzon belediye fırınında satış memuruymuş. Ondan sonra Karabük’e gelmiş demir çelik fabrikasın da yine satış üzerine çalışmış, ondan sonra Dilaver’i Zonguldak’a aldırmışlar. Kemençe çalıp Türkü söylediği için müdürlerinin hepsi onu çok severmiş. Daha sonra siyasi nedenlerden dolayı işten çıkarılmış. Cüzi bir maaşla tekrar işe almak istemişler ama gurur meselesi yapıp kabul etmemiş, ailesini toplayıp Adapazarı’na yerleşmiş.”

“Evde de sürekli kemençe çalarmış. Horan havası çaldığında herkes mutfak tarafından sıraya girermiş, kol kola, kol kola, oynaya oynaya içeri girerlermiş. Artık gülmek, neşe, eğlence o biçim olurmuş.”

Saygıya çok önem verirmiş, gençler gelsin otursun da ayak ayak üstüne atsın, eline sigara alsın, bunlara çok kızarmış; “her şeyin modası geçer, saygının modası asla geçmez” dermiş. Saygılı seviyeli insanları çok severmiş.

Kemençe çalıp Türkü söylemesinin yanı sıra çok da güzel horon oynarmış; oynamamasına da imkan yokmuş çünkü Aksu (Aso)’lu olup da horonu iyi şekilde oynamayan köy milleti tarafından hem ayıplanır hem de dışlanırmış. Horonla ilgili anısını yine kızı anlatıyor; “Adapazarı’nda beşinci sınıfta idik, baban acaba gelip koroyu çalıştırırmış diye sordular, ben babama gittim söyledim; “Adil bey seni okula çağırıyor kemençe çaldıracak, bize de oyun öğretmeni istiyor gelir misin” tabi ne demek deyip geldi ve bize horon oynamayı ve Sallamayı öğretti ve müsamerede oynadık. Koroda da bize Gemiciler kalkalım’ı öğretmişti”.

“Çok duygusal bir insanmış, şiddetten yana değilmiş. Adapazarı’nda yine Şevki diye biri varmış, Rizeliymiş, ev sahipleri de Rizeliymiş, bunlar eski eşkıyaymışlar, ev sahibi olan Ömer’in bir geceliği varmış, tabancası cebinde gezermiş. Bir gün oturmuşlar ordan, burdan sohbet ediyorlarmış. Şevki iyi bir şey yapmış gibi eşkıyalıklarını anlatıyormuş; işte biz köyleri basardık, para ve yiyecek isterdik, vermeyenleri saç ayağını ısıtarak başına geçirirdik, onlarda korkudan varsa veriyor. Yoksa canından oluyor. Dikkatle dinledikten sonra kalkıp eve geliyor ve “ben arkadaş diye bunlarla oturuyormuşum ama bunlar cani insanlar, bir daha bunlarla ne arkadaşlık ederim, ne de dost olurum, merhaba merhaba” demiş. Aksu (Aso) köyünde bir düğünde kemençe çalıyor, insanlar coşmuş horon oynuyorlar, sık sara oynanırken iki kişi öne çıkıp bıçak oyunu oynamak istiyor, fakat Hüseyin Dilaver kemençe çalmayı bırakıyor ve hayır bu oyunu oynamayın diyor. Şiddeti tasvip eden bir insan değilmiş. Çocukla çocuk, büyükle büyük, hastayla hasta olurmuş.”

“Hayatı son yıllarına kadar plak çalışmaları T.R.T. de yapmış olduğu çalışmalarla dolu dolu geçmiştir.”

“Yaşadığı bütün illerde tüm dostları tarafından sevilen Hüseyin dilaver günümüzde de halen sevgi ve saygıyla anılmaktadır.”

2.2.1. Hüseyin Dilaver'in Çocukluğu ve Köy Hayatı

Hüseyin Dilaver Trabzon’un Sürmene ilçesine bağlı Aksu (Aso) köyünde 1906 yılında dünyaya gelmiştir.

“Köyde bağ bahçe işleriyle uğraşmamış, aklı fikri hep müzik ve kemençe de imiş. Eskiden kıtlık varmış, bir gün annesi Aytora denen yazlık yere gidiyor.(Bağ, Bahçe ve Meyveliklerin bulunduğu yazlık yer) bunlar kız kardeşi ile çırahta ( Hamurla, Buğday unuyla yapılan yiyecek) yapıp yiyelim diyorlar. Anneleri bir şey unutup geri dönüyor, dönerken evin başında birilerine rastlıyor ve bunlarda sesi duyup çırahta tavasını yağ kabının içine sokuyorlar ve bir tava çırahta boşa gitmiş oluyor, yiyemiyorlar. Yaramaz bir çocuk değilmiş ama her çocuklukta olduğu kadar yaramazlıkları varmış.”

“Fatih Sultan Mehmet fethettikten sonra bu yerlere Türkleri yerleştirdi, bunlar hep dışardan gelmişler Malkoçoğulları, Dilaveroğulları böyle köklü sülaleler. Bunların dedeleri Dilaver dede dedikleri çok yiğit bir kişiymiş. Padişah tarafından mı görevlendirilmiş, yoksa başka bir yerden mi gelmiş bilinmiyor. Bunlar beş kardeş beş oğlu olmuş sülaleleri beşe bölünmüş, ama birlik ve beraberlik içinde olmuşlar, fakire, fukaraya yardım etmişler. Birbirlerine çok saygılıymışlar. Sık sık bir araya gelip evlerde toplantılar yaparlarmış. Bu toplantılarda sohbetler edilir. Güldürüler olur, oyunlar oynanırmış.”

“Hüseyin Dilaver yaşantısında Sürmene yöresinde o zamanın şartlarında Aso köyü içinde arkadaşları arasında her zaman sevecenliğini korumasını bilmiştir.”

“Büyükler arasında saygınlığını korumuştur. Şöyle ki; dini inancının çok olması, sesinin çok güzel olması nedeni ile kuran okuması köy içinde kendisine ayrı bir avantaj sağlamasına neden olmuştur.”

“O zamanlar Aso köyünde aşağı-yukarı on köye hitap eden bir ilk okul vardı, yörede ki köy çocukları bu okula giderlerdi. Hüseyin Dilaver de ilk okulda burada başlamış, ardından Samsunda askeri okula başlıyor, fakat seferberlik çıkınca okul kapatılıyor ve okul hayatı sona eriyor. Eskiden ilk okul mezunlarının işe girebilme imkanları varmış, kendisi “ben lise mezunuyum” demiş ama okul kapatıldığı için mezun olamamış, dolayısıyla bir bocalama dönemi başlamış.”

2.2.2. Müziğe İlginin Başlaması

“Müziğe başlaması Hüseyin Dilaver’in doğasında varmış. Sesi güzel olduğu için sürekli Türkü söylermiş. Bir gün annesi ve babası yaylaya gidiyorlar ve bunu götürmüyorlar, bu da yolun kenarında oturup ağlıyor, tam o sıra da bir atlı geliyor ve “oğlum niye ağlıyorsun” diye soruyor. O da “annemle babam yaylaya gittiler, beni götürmediler, sen beni götürür müsün” diyor. Adam bunu atını alıyor ve yola koyuluyor, yol boyunca Türkü söylüyor ve bu adamın çok hoşuna gidiyor. Epey zaman geçtikten sonra bunlardan biraz daha önde olan annesi bir ses duyuyor ve babasına dönüp “ Herif bizim uşak yola girmiş geliyor” babası da “olur mu öyle şey hatun küçücük çocuk nasıl gelir” diyor. Annesi “Gelir, gelir, bak sana sesi geliyor” demiş.”

“Okul yıllarının sona ermesi Hüseyin Dilaver’in tamamen müziğe ve kemençeye yönelmesine neden olmuş. O zamanlar sakat Şakir isminde abisi varmış. Sakat olduğu için her yerde abisine yardımcı olurmuş. Dilaver’in sesinin güzel olması nedeniyle hep ona Türkü söylemesini, kemençe çalmasını önerirmiş. Bu istek ve çocukluktan gelen yeteneğini birleştiren Hüseyin Dilaver köydeki Rumlar dan müziği ve kemençe çalmayı öğrenmiş. Hocası Aksu (Aso) köyünden Rum “Yoriga” imiş.”

Ailesi müzikle uğraşmasına hiç karşı çıkmamış. Zaman geçtikçe yöreyi aşıp dışa açılmış. Karadeniz (http://www.karalahana.com/karadeniz/karadeniz.htm)’in bir çok yöresini dolaşmış. Artık tanınan biri olmuş ve odeon sahibinin sesi plak şirketlerine dört adet plak yapmış. Çıkan eserler Karadeniz (http://www.karalahana.com/karadeniz/karadeniz.htm) yöresinde Asoli Hüseyin diye büyük sükse yapmış, o günkü rüzgar rahmetli olduktan bu güne kadar hafızalardan silinmedi.

Sanat Hayatı


“Askerliğini Erzincan da yapan, amirlerinden son derece takdir alan Dilaver askerlik bittikten sonra sahneye çıkma yolunu seçmiş. O zamanlar turne yokmuş. Hüseyin Dilaver kendi kafasına göre turneye gider, kahvelerde, eğlence yerlerinde çalarmış. Kendisinin çağdaş yanları olduğu kadar, çok da dindar bir adammış. Gündüzleri camide müezzinlik yapıyor, gecede çay bahçesinde kemençe çalıp Türkü söylüyor. Bu yer küçük olduğu için insanlar birbirlerini tanıyor ve bir sohbet sırasında biri “bize bir müezzin geldi öyle güzel sesi var, öyle güzel namaz kıldırıyor ki” demiş. Diğerleri de “ sen asıl bize gelen kemençeciyi gör öyle güzel çalıp söylüyor ki sabaha kadar eğlenip, oynuyoruz” diyor. Yani sabah camide müezzin, akşam çay bahçesinde kemençe çalıp söyleyen bir müzisyen.”

“Adapazarı’nda Karadenizliler çokmuş. Oflular, Sürmeneliler, Rizeliler, o zamanlar çok acayip, çok güzel büyük düğünler olurmuş. Hayvanlar kesilir, masalar kurulur, iki gün süren düğünler. Bütün Adapazarı toplanmış, Dilaver kemençe çalıyor, artık oturak Türküsü mü ararsın, birde onun oturak Türküleri vardır; oturulacağı zaman ondan çalardı, ondan sonra horon havası çalmaya başlar, büyük halka kurulurmuş, zaten araziler geniş, bahçeler büyük. Halkanın ortasına geçip hem çalar, hem de oynarmış. Hem de atma Türkü atıp onları coşturur, halkadakilerden bahşiş alırmış.”

“Hüseyin Dilaver bir gazino çalışmasında zamanın keman ustalarından Ankara Radyosu Sanatçısı Naci Tekel’in tavsiyesi üzerine Bölge sanatçısı olarak Ankara Radyosunda sanat hayatının zirvesine çıkmış, zamanın Halk Müziği şefi Muzaffer Sarısözen yönetiminde uzun zaman çalışmalar yapmış. Radyo evi yıllarında Muzaffer Akgün (ona “kara kız” dermiş) ile birlikte çalıştıklarını anlatırmış, bunun yanı sıra Zinnet Sönmez ve Cemile Cevher Çiçek ile bir çok kez ikili çalışmalarda bulunduğunu söylermiş.”

“Bunlar Karadeniz’e turneye gitmişler; o zaman çok giderlermiş. Türkülerini okumuşlar, konserden sonrada başka bir yere gitmek için toparlanıp yola koyulmuşlar. Artvin’e yakın bir yerde bakmışlar ki arabaların önüne büyük kalasları koymuşlar, ne oluyor diyerekten arabalardan inmişler, aralarında bayan sanatçılarda varmış.”
Karadeniz Gecesi

Bir sürü genç adam bu bayanlara sarkıntılık etmek istemişler, yani çekiştiriyorlarmış falan. Hüseyin Dilaver “oğlum bu sizin yaptığınız ayıp değil mi” demiş. Gençlerden bir tanesi çok konuşma demiş ve bir tokat vurmuş, kemençesi elinden düşüp kırılmış. Bu olay aklına geldiğinde çok üzülürmüş. Nasıl olduysa karakola haber verilmiş, jandarmalar gelmiş, yolları açmışlar, gençleri karakola götürüp bir güzel sopa atmışlar.

Dumlu pınar deniz altısı Çanakkale boğazında battığı zaman bu olay üzerine bir destan yapıyor ve bunu yakınlarına ve dostlarına çalıp söylüyor. Herkes iki gözü iki çeşme ağlıyormuş. O türkülerini şu an maalesef bulamıyoruz, ki bu bizler için büyük bir kayıptır.

Sanat hayatının son üç yılını İstanbul Radyosunda geçiriyor. Gerçi bundan öncede İstanbul Radyosuna gelip gidermiş. “Ben İstanbul’a gidiyorum, şu gün Radyoda programım var beni dinleyin” dermiş.

Evlilikleri

İlk eşini görüp beğenmiş ve Karasu’ya gidip kızı kaçırıp köye getirmiş. Bu evliliğinden bir tane kızı var. Ondan sonra ikinci evliliğini yapıyor. İkinci hanımından üç tane çocuğu oluyor. Hüseyin Dilaver çok çapkın biri olduğundan Telli duvaklı kimseyi almamış. Bütün eşlerini kaçırarak evlenmiş. Belli bir zaman geçtikten sonra Balıklı Mahallesinde (eski ismiyle Civra) ikinci eşinin teyzesinin kızını görüp beğeniyor ve onu da kaçırıp üçüncü evliliğini yapıyor. Kızın yaşı tutmadığı için annesi Hüseyin Dilaver’i ağır cezaya vermiş, “ben onu astıracağım” demiş. Ondan sonra Dilaveri ceza evine almışlar. Oğlu Fahrettin o zaman 9 yaşlarında dedesi ve amcalarıyla birlikte Sürmene’ye babasını görmeye gitmişler. Jandarma Fahrettin’i babasının yanına çıkarmış, bakmış ki orda gardiyanı, hakimi, savcısı vs. kişiler masayı kurmuşlar alem yapıyorlar. Babası Fahrettin’e para vermiş. Eve geldiğinde annesi “babanı gördün mü” diye sormuş, o da “gördüm” demiş. “bir şey verdimi sana” “bana para verdi” demiş. Bu parayla eve dönerken ekmek almış. Annesi “peki deden, amcaların sana bir şey verdimi” diye sormuş. O da “vermediler” demiş. “bir de bana diyorlar ki kocandan ayrıl, bak gene oğluma gene o para verdi” demiş.

Ceza evinden çıkınca “bu bir namus meselesi oldu” deyip üçüncü eşini annesinin evinden alıp köye götürmüş ve evlenmişler. Bu evliliğinden de dört çocuğu olmuş.

Hüseyin Dilaver’in Son Yılları ve Ölümü

Hayatının son üç yılını geçirmek için Adapazarı’ndan, İstanbul’a gelmişler. Artık çok yaşlanmış. Çok çalışamıyormuş çünkü, kalp rahatsızlığı varmış. Arada bir T.R.T ye gidip türkü söyleyip geliyormuş.

Hüseyin Dilaver’in kızı babasının son yıllarını anlatmaya şöyle devam ediyor; Babamı görmeye giderdim. Annem çalışıyordu, babam kemençeye asılmış ama böyle duygusal, garip havalar çalardı. Demek ki artık çok duygusal olmuştu. Annem o zaman bir fındık atölyesinde çalışıyordu. Kavrulmuş fındıkları seçiyorlardı. Aslında çalışan bir hanım değildi ama İstanbul’a gelince çalışmak zorunda kalmıştı. Babam derdi ki; “Safiye ben hiç hanım çalıştırmaya alışkın değilim, sen sabahleyin işe giderken ben kahroluyorum”. Annemle aralarında yirmi yaş fark vardı, annem baya küçüktü. Babamlar Küçük Mustafa Paşada oturuyordu. Ben evlendim Ali bey Köye yerleştim. Sık sık görüşüyorduk. Bilhassa bayramlarda ona gitmemizi beklemezdi. Hemen bir kutu şeker koyardı koltuğunun altına, sabah namazını kılar gelirdi. Baba derdik niye böyle yapıyorsun, sen büyüksün bizim seni ziyarete gelmemiz lazım, sen geliyorsun derdik. Kızım ben o sevabı almak için geliyorum, yani onda öyle bir inanç vardı. Son zamanlarında biraz halsizdi, dışarı çıkıp dolaşırdı. Arkadaşları vardı. Eve döndüğünde yaslanırdı ya da karyolasına uzanırdı. Ve son Ramazandı, sen artık orucunu tutma hastasın, kalbin var dedik ama bize karşı çıktı, bakalım bir dahaki Ramazana kısmet olacak mı tutmak dedi ve hakikaten de kısmet olmadı. Son krizi gelmiş, gece iğneci çağırmışlar bir tane ilacı vardı, doktor demişti ki sıkıştığı zaman bu iğneyi yaptıracaksınız, öylede yaptıramamışlar. Üçüncü krizinde vefat etti. Yatalak hasta konumuna düşmedi, halsizliği vardı. Son zamanlarda çok yürüyünce nefesi daralıyordu. Arada T.R.T ye gidiyordu. Ölene kadarda gitmeye devam etti. Babamın yaşı 57 diyiliyordu. Ama yaşlar doğar doğmaz şimdiki gibi çocuk parası alacağım diye hemen günü gününe yazılmıyordu. Öldüğünde nüfusa göre 57 yaşında idi. Ama hesaplara göre 64 - 65 yaşlarındaydı.

Oy Trabzan Trabzan

Oy Trabzan Trabzan
İçi kalay içi kalaylı kazan içi kalaylı kazan
Sevdalı günlerume efkarlı günlerume
Geldi çattı geldi çattı ramazan

Oy Trabzan Trabzan
Senden ayrı senden ayrılacağum
Sen aklıma gelende sen aklıma gelende
Düşüp bayı düşüp bayulacağum.

7eq9VFTE8o8

Bu Buyuk Ustadi Rahmetle Aniyorum Yatdigi Yer Nur Olsun.

Hasan Ayvenli
05.02.2008, 04:55
Maçkalı Hasan Tunç

Maçkalı Hasan Tunç, 1912 yılında Trabzon'un Maçka ilçesine bağlı Mağura (Örnekalan) Köyü'nde doğdu. Babası İbrahim Bey, annesi Ayşe Hanım'dır. Yedi kardeşin en büyüğüdür. Yoksul bir ailenin çocuğu olan Hasan Tunç ilkokulun üçüncü sınıfına kadar okuyabilmiştir. Fakir bir ailenin çocuğu olması onun daha fazla tahsil yapmasını engellemiştir. Bu durum daha sonraki yıllarda onun sosyal yaşamında önemli sorunlara neden olmuştur. Dokuz yaşındayken geçirdiği bir kaza sonucu sağ gözünü kaybeder.


Hasan Tunç, gurbete çıkmadan önce uzunca bir süre annesiyle birlikte yaylacılık yapar. Annesine göre Hasan "hovarda" bir yapıya sahiptir (O ufak yaştan beri "sevdalık edeyi" ifadesi annesine aittir). Bu özelliği ona türkü söyletmiş ve kemençe çaldırmıştır. 1930 yılında 18 yaşındayken aile ortamından ve köy yaşamından kopan Hasan Tunç gurbet kervanına katılarak İstanbul'a gelir. Karadeniz insanı için gurbet denince İstanbul akla gelir. Diğer bir ifadeyle gurbet demek İstanbul demektir bir Karadenizli için.


Hasan Tunç, İstanbul'a kendisinden önce gelen babasının Koca Mustafa Paşa'daki yorgancı dükkanında çırak olarak işe başlar. Burada Maçkalılar'ın önemli bir özelliğini belirtmek yararlı olacaktır. Eski dönemlerde İstanbul'a gelen her Maçkalı, üç meslekten birini seçerdi. Ya yorgancı, ya kalaycı ya da bakırcılıkla uğraşırdı. Hasan Tunç'un da ilk mesleği yorgancılıktır. Aslında bugün bile İstanbul'da ne kadar kemençe sanatçısı varsa çoğunluğunun ilk meslekleri hep aynıdır.


Hasan Tunç dokuz yılını bu mesleğe vermiştir. Bu meslek ona bir yerde şans kapısını da açmıştır. Şöyle ki; Hasan Tunç'un yorgancı olarak çalıştığı mahallede dönemin gözde ismi Türk Sanat Müziği sanatçısı Hamiyet Yüceses ikâmet etmektedir. Hasan Tunç'un bir vesile ile bu sanatçıyı tanıması onun yaşamının bir dönüm noktası olur ve Hamiyet Yüceses'in aracılığı ile İstanbul Radyosu'na bölge sanatçısı olarak kabul edilir. Hasan Tunç ilk evliliğini 25 yaşlarında iken halasının kızı Havva ile yapar. Bu evlilikten Mehmet adlı bir oğlu olur. Ancak bu evlilik uzun sürmez, boşanma ile sonuçlanır. Daha sonra teyzesinin kızı Emine ile ikinci evliliğini yapar. Bu evlilikten Bahtiyar, Mahture adlı kızları ile Yılmaz adlı oğlu olur.


Hasan Tunç, Hamiyet Yüceses'i tanımasının ardından yorgancılığı bırakır ve Haseki Hastanesi'ne memur olarak girer. Ancak burada fazla çalışmaz, kısa bir süre sonra bugünkü adıyla Çapa Tip Fakültesi (Yukarı Gureba) Hastanesi'ne girerek; aralıksız 34 yıl çalışır ve 1973 yılı başlarında emekli olur. Özellikle çalışma yaşamında insani değerleri daima ön planda tutması, onun çevresinde sayılıp, sevilmesini sağlamıştır. Hasan Tunç'un kemençe çalmayı öğrendiği bir ustası olmamıştır.



SANAT YAŞAMI ve ESERLERİ:


Hasan Tunç'un türkü çalıp söylemesi 12-13 yaşlarında başlar. İlk denemelerine kastel denilen olgunlaşmış mısır fidanından kesilerek yapılan ve ince sesler çıkaran basit bir çalgı ile başlamıştır. Daha sonraları kendi yaptığı kemençe ile çalıp-söylediği bilinmektedir. Hasan Tunç'un kemençe öğrendiği bir ustası yoktur. Ancak birlikte çalıp-söylediği yakın dostları olduğu bilinmektedir. Bunlar arasında Salim Akpınar (Kastoroğlu), ve Ocaklı (İspela) Köyü'nden Fehmi Alan (Kuru Fehmi) en tanınmışlarıdır. Hasan Tunç'un kemençe sanatçısı olmasında annesinin yanık ve güzel sesinin etkili olduğunu söyleyenler vardır. Annesinin tarlada çalışırken söylediği türkülere, kemençe ile eşlik ederdi. Eğlence yerlerinde, düğünlerde de çalıp söyleyen Hasan Tunç, genç kızlara türküleri her zaman kendisi söylemezdi, zaman zaman genç ve güzel kızların da kendisine türkü attığı olurdu. Bu türkülerden birisi şöyle:


Ha buradan yukari
Bineyim Taradumi
Eğil öpeyim seni
Alayım muradımi


Hasan Tunç sadece sevmemiş, sevilmiştir de, şu dörtlük bunun ifadesi olsa gerek;


Oy kör Hasan kör Hasan
Kör gözünde kaynasam
Bir derum alsam seni
Bir de derum almasam


Hasan Tunç yaylacılık yaptığı dönemlerde gönlünde yer eden bir komşu kızı için yaylada söylediği bir türkü;


Bağırıyi sığırlari
Sığırların anasi
Benum ufak yavrumun
Var bir kara danasi


Daha peşine gelur
Masti kolominasi
Daha peşine gelur
Suna elifinasi


(Türküde geçen "kalomina, elifina" hirer hayvan ismidir. Rumcadır.)


Hasan Tunç İstanbul'a geldiği yıllarda birkaç taş plak doldurdu. Odeon şirketinde doldurduğu ilk plağındaki türkülerden biri de şudur;


Bu Maçkali Hasan'ın
Yoktur mali, melali
Giyinip de kuşansa
Olur daha belali


Gerek plak çalışmaları sırasında gerekse radyoya girdiği dönemlerde Sadi Yaver Ataman, Cemile Cevher, Ahmet Yamacı, Fatma Türkan Yamacı, Ömer Akpınar, Metin Eryürek gibi sanatçılarla yakın dostluklar kurar. Özellikle Cemile Cevher'in onun sanat hayatında ayrı bir önemi vardır. Bazı türküleri birlikte ürettikleri gibi, bunları çeşitli yerlerde yorumlamışlardır da.


Hasan Tunç'un sanat yaşamında hiç unutamadığı olaylardan birisi de, polis marifetiyle Beylerbeyi Sarayı'na çağırılarak Atatürk tarafından dinlenilmiş olmasıdır. Sahnede kemençe eşliğinde Maçka (Solday) Sevinç Köyü'nden bir ekip horon oynamaktadır. Bu gösteriden çok memnun kalan Atatürk, Hasan Tunç'un sıkıldığını fark etmiş olacak ki kendisini gösteri sonunda yanına çağırır ve kendisine "çal, çal evlat çal, Karadeniz havaları bizim milli havalarımızdır" der. Bu ifade onu çok duygulandırmıştır.


Radyodaki çalışmalarına 1960'lı yıllarda nokta koyan Hasan Tunç kemençesini de Radyoevi müzesine hediye etmiştir. 1983 yılında Karadeniz kültürüne ve Türk halk müziğine yapmış olduğu katkılardan dolayı Kültür Bakanlığı'nca ödüle layık görülmüş ve ödüllendirilmiştir. Hasan Tunç, 1 Mayıs 1986'de Şehremini'deki evine giderken geçirdiği bir kalp krizi sonucu vefat etmiştir. Mezarı Yedikule'deki aile kabristanındadır.

zeleka
05.02.2008, 05:12
sagolasin kardesim
Rahmetli Maçkalı Hasan Tunçu'da Rahmetle Aniyorum gene bir buyuk ustat
volkan konagin su an soyledigi ve hebimizin bildigi, dertliyim kederliyim iste bu buyuk ustadin parcasidir ve nice parcalar.

IF64i9rFYaE

LazAnisT
05.02.2008, 09:47
Bu başlığı şimdiye kadar neden düşünemedik açıkcası anlayamadım:)

Hasan Tunç @ Bir çok genç arkadaşımız kim bu diyecektir.Son zamanlarda dillerde dolaşan ve karadeniz Müziğini insanların daha fazla sevmesini sağlayan eserlerin bir çoğu ona aittir.

Yukarıda albüm kapağının olduğu CD'si kesinlikle her karadenizlinin arşivinde olması gereken inanılmaz keyifli bir albümdür.

Nuray
05.02.2008, 12:29
“Kemençenin Ordinaryüsü” PİCOĞLU OSMAN (I)30 Ocak 2007 02:08 · Seyfullah Çiçekhttp://img252.imageshack.us/img252/3933/31267188se8.jpg

Sevgili okurlarım.
Temmuz 2006 tarihinde yayımlanmış olan “Kemençenin Ordinaryüsü PİCOĞLU OSMAN”adlı kitabımdan özetleyerek,merhumun yaşam öyküsünü sitemiz vasıtasıyla da sizlerle paylaşmak istedim.
Bu bir araştırma olduğundan,ancak 23 sayfa kadar özetleyebildim.Tabi araya fotoğraflar da gireceğinden sayfa sayısı daha da artacak..Aslına bakarsanız,çok da özetleyip,merhumun hayli ilginç olan hayat hikayesini (tabir yerindeyse) kuşa döndürmek istemedim.Buna rağmen,sizleri yorarak dikkatlerinizi dağıtmamak amacıyla fotoğrafsız 23 sayfayı bulan bu özeti de bölerek,iki ayrı aşamada yayımlatmayı uygun gördüm.İlk aşama aşağıda olup,bu bölümde kemençeden,çocukluğundan,gençliğinden,Picoğlu ünvanı ile ilgili rivayetlerden,Atatürk’ün huzurunda kemençe çalışından,başından geçen ilginç olaylardan vs.bahsettik.Bu bölüm ilgi durumuna göre birkaç hafta yayında kaldıktan sonra,ikinci bölümün yayınına geçeceğiz.
İkinci bölümde ise taş plaklarından,günümüze ulaşan tüm türkülerinin sözlerini verip,bazılarının öykülerinden,ölümünden sonra hakkında yazılıp,söylenenlerden, bahsedeceğiz.Ayrıca,yararlandığımız kaynakların listesi ile kitabın yayınlanmasında yardımlarını gördüğüm tüm hemşehri ve dostlarıma teşekkürlerimi de ikinci bölümde göreceksiniz.
Hatalarımız için şimdiden affola deyip,konumuza geçiyoruz.
***

ÖZ BE ÖZ TÜRK ÇALGISI KEMENÇE

Kararadeniz’in en usta,en ünlü kemençe sanatçısı Picoğlu Osman (Osman Gökçe)’ın hayli renkli olan yaşam öyküsünü anlatmaya geçmeden önce,Doğu Karadeniz’in sembol enstrümanlarının başında gelen ve adeta O’nunla özdeşleşmiş bulunan kemençe ile ilgili özet bilgiler vermek istiyorum.
Kemençenin kaynağı,özellikle son yüz yıl içersinde çok tartışılmıştır.Birbirine tamamen ters nazariyeler ileri sürülmüş olsa da,öz be öz Türk çalgısı olduğu konusundaki deliller daha fazla ağırlık kazanmaktadır.
Karadeniz kemençesinin tarihini ilk defa araştıran müzikolog Mahmut Ragıp (Kösemihal)’a göre kemençe,batıdan yani Güney Fransa veya Ceneviz’den Trabzon’a getirilmiştir.Prof.Dr.Bahaeddin Ögel ise,kemençenin Türk boyları vasıtasıyla Orta Asya’dan Anadolu’ya getirildiğini savunmaktadır.Orhan Türkdoğan ve Mehmet Bilgin gibi değerli araştırmacılar da aynı görüştedirler.
Ögel’e göre kemençe,Orta Asya Türk kabileleri arasında “ıklık”, “ıklıg”, “iklig”, “igil”, “kıyak”, “gıcek” gibi adlarla anılmaktadır.Anadolu’nun Türkleşmeye başlamasına paralel olarak Anadolu’nun muhtelif yerlerinde kullanıldığı çeşitli kaynaklarda ifade edilmektedir.Iklık yani kemençe çalanlara ise “ıklıkçı” denirdi.
Edebiyat öğretmeni,araştırmacı ve halk bilimci Hayrettin Günay, “Kemençemin Üstüne” başlıklı yazısında “kemençe”nin sözlük anlamını şöyle açıklamaktadır:
“Kemençe”sözcüğü,Farsça ‘keman’ sözcüğü ile Türkçe ‘-çe’ küçültme ekinin birleşmesiyle oluşmuştur.Sözcüğün kaynağı hakkında şöyle bir yorum da yapılmaktadır:
‘Yerel söyleyiş ve Türk diyeleklerine göre kimi yerlerde ‘ıklığı’ adıyla anılırken,kimi yerlerde çıkardığı sesin sivrisinek sesi gibi tiz olması nedeniyle,çeşitli diyeklerde sivrisinek anlamında kullanılan ‘kemençe’:küminçe-kimin-çe’ ve ‘çibin+çe’ denmiştir.Divan’da sivrisinek anlamında ‘kimünçe’ geçmektedir. ‘Kemençe’ sözcüğü 15.yüzyıl sonlarına doğru kullanılır olmuştur.”
Kemençenin, Ortaçağ’da Trabzon’da ticaret kolonisi kuran Cenevizliler ve Haçlılar tarafından Trabzon’a getirildiğini, Müslümanlarca “alet-i lehiv” (faydasız alet) sayıldığı için, Trabzon dışına pek yayılamadığını, özellikle de medrese kültürünün hakim olduğu Of’da tutunamadığını yazan, ülkemizde “Karadeniz Kemençesi”nin tarihini ilk defa araştıran müzikolog Mahmat Ragıp (Kösemihal),konuya ilişkin şunları söylüyor: “Belki de bu yüzden kemençe, bağnaz olmayan Çepniler’de ve Hıristiyan topluluklarda daha çok kullanılmıştır. Bugün de Trabzon ve Giresun yöresindeki Çepniler arasında çok iyi kemençeciler ve türkücüler çıkmaktadır.Picoğlu Osman (Gökçe),Katip Şadi,Yanık Ahmet ve Ali Cinkaya gibi kemençeciler bunlardan bazılarıdır.” Bugün kemençe ve. kemençeci denildiğinde akla ilk önce,Giresun’un Görele,Eynesil ve Çanakçı ilçeleri ile Trabzon’un Şalpazarı ilçesinin geldiği düşünülecek olursa,Mahmut Ragıp pek de haksız sayılmaz.
Ülkemizde üç çeşit kemençe vardır.Birincisi,Klasik Türk Musıkisinde kullanılan kemençe olup,buna aynı zamanda “İstanbul Kemençesi” de denir.İkincisi,Güney Anadolu Türkmenleri’nin kullandığı kemençedir.Üçüncü çeşit kemençe ise, “Karadeniz Kemençesi”dir.Bu kemençe Doğu Karadeniz illerinden Trabzon ve Giresun (özellikle de ilçesi Görele) başta olmak üzere Rize,Ordu,Gümüşhane ve Artvin’de kullanılmaktadır.Öyle ki,Doğu Karadeniz folkloru kemençesiz düşünülemez.Karadeniz düğünlerinin,eğlencelerinin,yayla şenliklerinin vazgeçilmez enstrümanıdır,kemençe.Giresun’un Görele ilçesi bu konuda başlı başına bir ekoldür. “Kemençe en iyi Görele’de çalınır”sözü bundan olsa gerek.Trabzon’dan Ferhat Özyakuboğlu,Hasan Tunç ve Hüseyin Dilaver,Rize’den Rizeli Sadık (Aynacı) ve Hasan Sözeri gibi önemli kemençeciler çıkmış olmasına rağmen,hiçbiri bir Göreleli Tuzcuoğlu Mehmet Ali,bir Karaman Halil Ağa (Kodalak),bir Picoğlu Osman (Gökçe) kadar şöhret yapamamışlardır.Bu üçlü,bir zincirin halkaları gibi olup,birbirlerinden ayrı olarak düşünülemez.Tuzcuoğlu Karaman’ın,Karaman da Picoğlu’nun ustasıdır.Bu araştırmamızın konusu da,zincirin son halkası olan Picoğlu Osman’dır.

PİCOĞLU OSMAN’IN SOY KÜTÜĞÜ

Picoğlu Osman’ın soy kütüğü hakkında gerek “Vukuatlı Nüfus Kaydı”ndan ve gerekse halen hayatta olan kızı Esma Hanımdan (83) aldığımız bilgilere göre;
Asıl adı Osman Gökçe olan Picoğlu Osman,1901 (H.1316) yılında Görele’nin Daylı köyünde doğdu.Babasının adı Gökçeoğulları (yöresel tabirle Göcular)’dan İsmail,annesininki ise Cındıkoğulları’ndan Esma’dır.
Picoğlu’nun babası İsmail,5 çocuğu olduktan sonra,eşi Esma’yı ve 5 çocuğunu bırakarak Adapazarı’na yerleşir.Orada ikinci evliliğini yapmakla beraber,çocuğu olup olmadığı konusunda bilgi edinemedik.
Picoğlu Osman’la ilgili yaptığı araştırmasında çok sayıda yanlış ve çelişkiler tesbit ettiğimiz Trabzonlu öğretim görevlisi ve araştırmacı Doç.Dr.Muharrem Ulusoy’a göre Picoğlu,1905 yılında önce annesini,daha sonra da 1912 yılında babasını kaybederek,4 yaşında öksüz,11 yaşında da yetim kaldı.

http://img252.imageshack.us/img252/6618/28074108hg2.jpg

KARAMAN HALİL AĞA (KODALAK) KÜÇÜK OSMAN’I HİMAYESİ ALTINA ALIYOR
Picoğlu’nun yetim kaldıktan sonraki çocukluğu konusunda çelişkili görüşler ileri sürülmüştür.
İkinci evliliğini halasıyla yapması nedeniyle eniştesi olan,bu yüzden de ilk derslerini ondan alan Picoğlu Osman ekolünün bugünkü tek temsilcisi M.Sırrı Öztürk,Picoğlu’nun zamanın en büyük kemençe üstadı Karaman Halil Ağa (Kodalak)’ın yanında iki yıl kadar keçi çobanlığı yaptığını,bu sayede de kemençe çalmasını öğrendiğini söylemektedir.Doç.Dr.Muharrem Ulusoy da aynı görüşte olmakla beraber,çocukluğu konusunda çelişkilerle dolu mantık dışı bilgiler vermektedir.Akrabası Şadi Cındık ise Picoğlu’nun çobanlığı konusuna şiddetle karşı çıkıyor.
Öyle ya da böyle,Picoğlu Osman’ın ,devrin en büyük kemençe üstadı Karaman’ın çırağı ve onun yetiştirmesi olduğu hakkındaki yaygın görüşlere itibar etmekten başka seçenek bulamadığımızı ifade ederek,konumuza devam edelim.

NİÇİN PİCOĞLU?

Bu lakabın (yanlış olarak Bicoğlu ya da Bicioğlu tabiri de kullanılmıştır.) nasıl doğduğuna ilişkin dört ayrı görüşü dikkatlerinize sunduktan sonra,kişisel yorumumu yapmak istiyorum.
Dünyada olduğu gibi,ülkemizde de insanlara lakap takma alışkanlığı vardır.Bunların içinde insanları yüceltici olanlarının yanında aşağılayıcı olanları da mevcuttur. “Picoğlu” gibi bir lakap da ilk bakışta toplulumuzun değer yargılarına göre aşağılayıcı bir lakap olmakla beraber merhum,bu lakabını benimsemiştir.Öyle ki,taş plaklarında kendini ve türkülerini bizzat “Picoğlu Osman tarafından (örn.Giresun Karşılaması,Romiko Horon vs.)” şeklinde takdim etmektedir.
M.Sırrı Öztürk’e göre bu lakabın nasıl doğduğuna ilişkin şöyle bir rivayet vardır:
Ustası Karaman Halil Ağa “Tuzcuoğlu Horon Havası” hariç,tüm bildiklerini çırağı Osman’a öğretmişti.Bilindiği üzere ustaların çıraklarına pek çok şeyi öğretip,en önem verdikleri bir şeyi kendilerine saklamaları geleneğimiz vardır.Ancak,çok akıllı olduğu kadar, kurnaz da olan Osman,ne yapıp edip bu havayı öğrenmeyi aklına koyar.Arkadaşlarıyla yaptığı bir plan gereğince,Karaman’ın geçeceği saat hesaplanarak bir köprünün altına saklanır.Osman’ın saklandığı yerin olduğu kısma kadar gelen Karaman’a Osman’ın arkadaşları, “ağa be” derler:
-Hele şu Duzcuoğlu gaydasını bi çal da dinleyelim!
Koca usta gençlerin hatırını kıracak değil ya,asılır kemençenin yayına,öyle bir resital sunar ki,demeyin gitsin!
Osman mı?...
Ustasının ruhu bile duymadan,notası notasına çoktan gaydayı kapmış,kafasının bir köşesine yerleştirmiştir bile.Birgün Şalaklı’da bir düğünde ustasının yanında bu gaydayı çalınca,kızılca kıyamet kopar.Kan beynine sıçrayan Halil Ağa belindeki tabancayı çektiği gibi,
-Ula ben saa her gaydıyı öğretmedim mi?Bunu da mı çalacaktın,piç oğlu piç! Diye küfürü basar.
Tabancanın tutukluk yapmasıyla birlikte Osman postu kurtarır kurtarmasına da, “Picoğlu” lakabı da bu olaydan sonra bir yafta gibi boynuna asılır.Olayın etkisiyle orada hemen şu dörtlüğü söylediği rivayet edilir:
“Kemençemin beline
Sene yazarım sene.
Şalaklı’nın içinde,
Picoğlu garip gene”

Bu görüşe şiddetle karşı çıkan Şadi Cındık, “Piç” lakabı üzerine,Mehmet Kübüç (1914)’ün Göcu (Gökçeoğlu) Nuh’dan naklettiği şöyle bir olay anlatıyor:
“PİCO,Daylı köyünü kuran dört büyük sülaleden biri olup,Göcular’dan gelir.Onun adı PİÇ’dir,kendisi değil.Çakır Ali’nin torunudur.Çakır Ali Dim Ali’nin kardeşidir.Ya Çakır Ali veya Dim Ali bir iki yaş büyüktür diğerinden.
Çakır Ali ağır bir delikanlıdır.Kardeşi Dim Ali biraz daha hareketli,deli dolu afacandır.İkisi de,yani Çakır Ali ve Dim Ali gene akrabaları olan, (….) gızının (kadının adını hatırlayamadık.) gelinlik iki kızını severler.Yani gızlar da kardeş oğlanlar da…
O zamanlar köy fakir,hasat az,iki düğünü birden yapma gücüne sahip değildiler aile.Büyükler karar verirler;önce Dim Ali ve sonra da Çakır Ali’ye düğün yapılacaktır.
Çakır Ali bu işe razı olmaz ama anne ve babasına da karşı duramaz…Düğünün Dim Ali’den sonraya kalması Çakır Ali ve nişanlısını etkiler ve iki genci daha çok iter birbirine.
Çakır Ali,bu daha fazla olan,daha gönülden olan birlikteliği iyi kullanamaz ve nişanlısı ile düğünden evvel bir kazaya kalır.Büyükler bu işi ancak dört ay sonra fark edebilirler.Çakır Ali’yi düğünsüz müğünsüz baş göz ederler…Beş ay sonra nur topu gibi bir oğlan olur.İsmini İsmail koyarlar.Gün geçer,ay geçer İsmail gelişir gürbüz bir tosun olur.Yolda izde onu gören gelinler,anaç kadınlar okşar sever başını kaşırlar: ‘Hadi yedi aylığını görmüştük amma beş aylığını da ne görmüş ne de duymuştuk.Sen nereden çıktın seni gidi PİÇ seni’ derler…Böylece İsmail’in,Osman’ın babasının adı PİÇ olur…Osman’a da bunun için PİCOĞLU denir.
Zannederim bizim PİCOĞLU Osman’ın BİCOĞLU olmadığına biraz olsun ışık tutabildik.
İlgililere saygılarımla. 13 Nisan 1997/Frankfurt, Şadi CINDIK”

Bir başka tesbit de öğretmen Emin Önder’den.Önder,Karadeniz Postası gazetesindeki (12 Temmuz 2005) köşesinde “Kemençecilerin Lideri Biçoğlu Osman Gökçe” başlıklı yazısında şunları yazıyor:
“…Çocukken iyi kaval çalar,iyi türkü söyler,iyi yüzer,iyi horon oynar,iyi fıkra anlatırdı.Bu yeteneklerinden ötürü arkadaşları onu kıskanır ve muziplik olsun diye ona sen ne biçin (aslı “piçin” olacak)birisin diye onunla şakalaşırlardı.Bugün bile çevremizde yaramaz,haylaz çocuklara biçin (piçin) birisi denmektedir.İşte anlatmak istediğim Biçoğlu (Piçoğlu) lakabı arkadaşlarının latifesinden kalmıştır.Haddizatında babası köyümüzün soylu tanınmış bir ailesine mensuptur.”
Ünlü halbilimci ve derlemeci Sadi Yaver Ataman ise olaya tamamen farklı bir bakış açısıyla yaklaşarak, “Bicoğlu,Bicioğlu” gibi zorlama sıfatlar kullanıyor.Zorlama diyoruz çünkü, “Ataman’ın Giresun Anıları” başlıklı yazısında Hayrettin Günay,Türk Folklor Araştırmaları Dergisi’nin Ekim 1965’deki sayısında yayınlanan Sadi Yaver Ataman’ın “Giresun’a ait iki türkü ve anılar” başlıklı yazısından bahisle bu konuda şunları anlatıyor:
“…İki sayfa yazının ön yüzünde ‘Çatak Altında’nın,arka yüzünde ‘Yar Yar Horanı’nın notası var.Dip notta da Picoğlu Osman’la ilgili bilgi-yorum: ‘Bicoğlu’sözcüğünü savunma.Ünlü kemençecimizle ilgili değerli araştırmacının belge niteliğindeki yanlışı…
Belge niteliğindeki bu yanlışı Sadi Yaver Ataman makalesinin dip notunda yapmış.
Dip notu şöyle yazının:
‘(I) Bicoğlu Osman,Karadeniz kemençesinin usta sanatçılarından biri idi,hatta,gelmiş geçmiş kemençecilerin en ustasıdır,diyenler de vardır.Halk ona,Picoğlu diyor,aslında Bicoğlu-Bicioğlu olması gerekir.Daha evvel yine gazetemizde,Altaylı Türkler’in oyun havalarına “Bi” dediklerini, “Bico”nun da oyuncu anlamına geldiğini kaydetmiştik,halen Safranbolu’da ‘Bicioğulları’ diye anılan bir aile vardır.’
Altaylı Türkler’in oyun havalarına ‘Bi’,oyunculara da ‘Bico’ demeleri sözünü tartışmıyorum.
Konuyla ilgili bilim adamları,Türkologları ilgilendiriyor işin o yanı…
Beni ilgilendiren Görele kemençesi,kemençe dendiğinde ilk anımsanan adın,Picoğlu’nun,ünlü araştırmacı tarafından ‘Bicioğlu’na, ‘Bicoğlu’na dönüştürülmesi.
Türk halkbilimine;iç dünyamızın,toplumsal tarihimizin,sanat yaratıcılığımızın yansıması türkülerimize bu denli emeği geçen,yaşamını bu alanda tüketen Sadi Yaver Ataman’ın yanlışı; ‘PİCOĞLU’ lakabının izini ta Orta Asyalar’da sürmesi…
Giresun’da,Trabzon’da alan çalışması yaptığı 1950’li yıllarda ATAMAN,Görele’ye gelse,Picoğlu’nun köyü Daylı’ya çıksa ünlü kemençecimizin bu lakabı alış nedenini öğrenirdi.”
Hayrettin Günay,Ataman’ı alan araştırması sırasında sadece derleyeceği türkülerin ilgilendirdiğinden ve bu türküleri de notaladığından bahisle,Picoğlu konusunu şöyle tamamlıyor:
“Oysa 1940’lı,1950’li yıllarda PİCOĞLU lakabının gerçek öyküsünü bilenler Daylı köyünde yaşıyordu.
Bu köşede yayımlanan, ‘PİCOĞLU MU BİCOĞLU MU?’başlıklı yazıda gerçek tanıklara dayalı bir araştırmadan (Şadi Cındık’ın yukarıda bahsi geçen araştırmasından) alıntı yaparak ‘Picoğlu’ lakabının öyküsünü yazdığım için yinelemiyorum o yazıda anlatılanları.
Yayımlama aşamasına gelen ‘KEMENÇEMİN ÜSTÜNE’ adlı çalışmada konu ayrıntılı olarak aktarılmıştır.”
“Picoğlu” lakabı üzerine dört ayrı görüşe yer verdik. Hayrettin Günay’ın da ifade ettiği gibi,Sadi Yaver Ataman’ın “Bicoğlu” ya da “Bicioğlu”şeklinde yaptığı yakıştırmanın uzaktan yakından gerçekle alakası yoktur.
Biraz da “Piç” sözcüğünün anlamı üzerinde duralım.
“Piç” kelimesi Şemsettin Sami’nin Kamus-ı Türki (Türkçe Temel Sözlük)’sinde şöyle tanımlanıyor: “1.Meşru olmayan ilişkiden doğan, ‘nikahsız anne ve babadan’ doğan çocuk. 2.Her şeyin ufağı,tamam olmayanı,eksik kalmış olanı,aslına ve nesline benzemeyeni. 3.Ağacın kökünden biten sürgün. 4.Ahlaksız,arsız (çocuk,insan)”.
Merhuma takılan “Picoğlu” lakabı,yazımızda da bahsettiğimiz gibi,Karaman’ın ‘ahlaksız,arsız çocuk’ anlamına öfkeyle ona “Piç oğlu piç!” diye bağırmasından kaynaklanabileceği gibi,Şadi Cındık’ın da değindiği gibi,babası İsmail’in vaktinden önce doğması nedeniyle,komşu kadınların onu “…seni gidi PİÇ seni” diye sevmelerinden kaynaklanabileceği de akla en yatkın görüş diye düşünüyorum.
İnsanlara;davranışları,fizik yapıları veya her hangi bir olay nedeniyle lakap takılması dünyada yaygın olarak görülen bir durumdur.Bizde “Yiğit lakabı ile anılır” diye bir deyim olduğunu hepimiz biliyoruz. “Picoğlu” lakabı da anlaşıldığına göre Merhum tarafından benimsenmiş,kabul görmüştür.Nitekim, “Taş Plak” diye tabir ettiğimiz plakların üzerine “Piç Oğlu Osman” şeklinde yazılmasına müsaade ettiği gibi,türkülerine de “Picoğlu Osman tarafından (örn.Giresun Karşılaması)” gibi takdim cümleleriyle başlamaktadır.
Sadi Yaver Ataman’ın,müstehcenlik kokan bu kelimenin izahının güç olacağı endişesiyle,zorlama bir yaklaşımla,bir incelik olarak “Bicoğlu veya Bicioğlu”lakabını uygun gördüğü kanaatindeyiz.

ATATÜRK’ÜN HUZURUNDA KEMENÇE ÇALDI

Picoğlu Osman vatani görevini yapmak üzere 1921 yılında Trabzon’da silah altına alınır.Muharrem Ulusoy,Picoğlu’nun,çok arzu etmesine rağmen,bacağındaki bir sakatlık yüzünden Kurtuluş Savaşı için cepheye gönderilmediğini,bu süre içersinde şanslı günleri de olduğunu,bunlardan birinin okuma-yazma öğrenmesi,diğerinin de Atatürk’e kemençe çalması olduğunu vurgulayarak,bu konuda şunları yazıyor:
“Yıl 1924.Atatürk’ün Trabzon’u ilk ziyaretleri…Belediye Başkanı Ahmet Faik Barutçu,Atatürk’ün Türk Sanat Müziği’ne olan aşırı sevgisini bildiğinden,amatör de olsa küçük bir grubu karşısına çıkarır.Fakat Atatürk bu grubun icrasını pek beğenmez.Başkana dönerek, ‘Trabzon’da başka sanatçıların olup olmadığını’ sorar.
Ahmet Faik Barutçu bunun üzerine hemen kışlasından Bicoğlu Osman’ı istetir.Atatürk Bicoğlu’nun yöreye has icrasını alkışlayarak dinler.Akabinde yine başkana dönerek şaka ile karışık tembihler: Bu delikanlıyı iyi saklayın,büyük bir sanat dehası…”
Emin Önder de,bahsi geçen makalesinde yukarıdakine benzer ifadelerde bulunuyor.
Picoğlu Osman’ın Trabzon’da kaldığı süre içersinde Halk Musıkimize kazandırdığı en ünlü türkülerinden biri de,bir suikaste uğrayan Trabzon İskele Kahyası Yahya Ağa (Karaosmanoğlu) için yaktığı “Trabzon Kahya Havası (ağıt)”dır.Daha sonraki bölümlerde öyküsüyle birlikte bu türküye yer verilecektir.

İKİ DEFA EVLENDİ

Picoğlu,ilk evliliğini İdrisgillerden İsmail’in kızı Hava hanımla yaptı.Bu evlilikten beş çocuğu olmuştur.Eşi Hava hanımın 1932 yılında henüz 33 yaşında iken tüberkülozdan hayata gözlerini yumması üzerine,ikinci evliliğini dede tarafından akrabası olan Gülsüm hanımla (günümüzün ünlü kemençe üstadı M.Sırrı Öztürk’ün halasıdır) yapmış olup,ondan çocuğu olmamıştır.Çocuklarından sadece kızı Esma hanım (83) hayatta olup,İstanbul’da ikamet etmektedir.

http://img296.imageshack.us/img296/5613/49781519zg2.jpg

Nuray
05.02.2008, 12:29
YAYLALARI KEMENÇE SESLERİYLE İNLETTİ

Picoğlu sadece düğün-derneklerin değil,yayla şenliklerinin de aranan kemençecisi idi.Denilebilir ki,yayla zamanları Sisdağı,Kadırga,Tamzara…gibi yaylalar asla onsuz düşünülemezdi.Nitekim,Türk Halk Musıkisi’ne kazandırdığı meşhur “Tamzara” türküsü de,bu vesile ile doğmuştur.İlk defa katıldığı 1929 yılındaki Tamzara şenliklerinin onun kemençesiyle start aldığı ve ölünceye kadar da her yıl istisnasız bu şenliklere katıldığı söylenmektedir.

MUZAFFER SARISÖZEN: “İŞTE KEMENÇE SANATÇISI BU!”

“Ankara Radyosu Yurttan Sesler Korosu”nun kurucusu ve ilk başkanı olan ünlü halkbilimci ve derlemeci Muzaffer Sarısözen,1937 yılında Karadeniz türkülerini derlemek üzere yola çıkar ve Görele’ye de uğrar.Sarısözen,çağrılan yirmi kadar kemençeciyi dinler,ancak tatmin olmaz.Son olarak Picoğlu aranır,bulunur,huzuruna çıkarılır.Picoğlu’nu pür dikkat dinleyen Sarısözen,nihayet aradığını bulmuştur. “İşte kemençe sanatçısı bu…”diyerek takdirlerini ifade eden Sarısözen, “Siz Göreleliler ve sizin şahsınızda bütün Karadenizliler!Sizler,aranızda bir hazine ile yaşıyorsunuz! Fakat çok garip bir gerçek ki,bu hazineden bihabersiniz (habersizsiniz).
Ben Anadolu’nun pek çok yerini gezdim…Ama böylesine sanat icra eden bir halk ozanına ilk kez rastlıyorum.Sizler her halde ya kültür denilen medeniyet nimetinden uzaktasınız,ya da kültür meselesine pek aldırmıyorsunuz.Her nasılsa,ben bu hazineyi bırakmayacağım.” Der ve Picoğlu’nu Ankara Radyosu’na davet eder.

PİCOĞLU ANKARA RADYOSU’NDA

O yıllarda karayolunun uygun olmaması nedeniyle,deniz yoluyla önce İnebolu’ya,daha sonra buradan da at sırtında Ankara’ya kadar zahmetli bir yolculuk yapan Picoğlu,Sarısözen tarafından sevinçle karşılanır.Onu yine kendisi gibi ünlü bir derlemeci olan Sadi Yaver Ataman’la tanıştırır.Radyo’da programlara çıkan Picoğlu,bir taraftan da plak doldurur.Burada üç ay kadar kalabilen Picoğlu,ailesinin özlemine dayanamayarak ,Görele’ye geri döner.

ÖĞRENCİSİ MEHMET SIRRI ÖZTÜRK’ÜN AĞZINDAN PİCOĞLU

Bugün “Picoğlu Ekolü”nün tek temsilcisi,kemençenin profesörü,yaşayan efsanesi M.Sırrı Öztürk,eniştesi ve hocası hakkında şunları söylüyor:
“Picoğlu Osman,orta boylu,etine dolgun ve tombul yüzlüydü.Çok içki içerdi.İçkilerden rakıyı çok severdi.İçki bulamadığı zamanlar acı soğan ve acı biberle nefsini körletirdi.Bol biberli karalahana kaynatmasına bayılırdı.Şaka yapmaktan çok hoşlanırdı.”
Öztürk,aralarında geçen bir anısını da anlatıyor:
“Çok ufaktım.Yanı sıra düğünlere giderdim.Fakirlik (1945-46) yılları…Tahtadan bir bavul yaptırmıştı.Ekmeğini,çökeliğini,soğanını,rakısını ve kemençesini özenle yerleştirdiği bavulunu sırtına yükler ve gideceği yere öyle giderdi.O zamanlar Çömlekçi deresinde beton köprü yoktu.Dal köprü vardı.Karaburun’a düğüne gidiyorduk.Köprüden geçerken,her zaman yaptığı gibi beni omzuna aldı.Tabi,sırtında da koca tahta bavul…Köprünün ortasına geldiğimizde,şöyle bir durdu,birkaç saniye soluklandıktan sonra bana dönerek; ‘Ula torun,eyi bir hamal buldun’ dedi.”

KEMENÇEDE OLDUĞU KADAR ATMA TÜRKÜDE DE USTAYDI

Picoğlu Osman,kemençede olduğu kadar,atma türküde de ustaydı.Her duruma,her şekle göre rahatça türkü yakardı.Bu sayede en zor durumlardan paçayı kolayca sıyırmasını bilirdi,tıpkı şu olayda olduğu gibi:
Bir gün Tirebolu’da Hıdıroğulları’nın düğününe davetlidir.Her ne sebeptense,düğün sahipleri kendisini dövmeye kalkışır.Soğukkanlılığını muhafaza ederek ve düğüne misafir gelmiş Orduluoğulları’ndan bir arkadaşını kastederek;
“Ocaktaki tencerem,
Kurudadır kuruda.
Hıdırlı beni döverse,
Var Ordulu burada.” der.

Yine bir gün Tirebolu’nun Ede köyünde bir düğündedir.Düğünün en coşkulu olduğu geç saatlere doğru jandarmalar gelir,muhtardan ve düğün sahibinden artık dağılmalarını isterler.Picoğlu Osman hariç herkeste bir korku,bir telaş… “İşi bana bırakın,gerisine karışmayın” der.Kıvrak bir hava çalarak,horon oynayanların arasına dalar.Bir taraftan çalıp,dönerken,diğer yandan başlar türküsünü atmaya:
“Yüksek dağın başında
Dil veriyor serçeler.
Ne has horon tepiyor,
Yaşasın Edeliler!

Yüksek dağın başında,
Eğil fidanım eğil.
Uşak horonu bozman,
Candarma bişi değil!”

Tabi espri dolu bu türkü karşısında yumuşayan jandarmalar düğünü dağıtmaya kıyamazlar ve geri dönerler.
Yine M.Sırrı Öztürk’e dönelim ve O’nu dinleyelim:
“Onun yaptığı düğünler çok kalabalık olur,adeta ‘Cumhuriyet Bayramı’ havasına bürünürdü.Yakın köylerde o tarihlere denk gelen düğünler olursa,hemen tehir ettirip,O’nun yönettiği düğünlere gelirlerdi.Onsuz hiçbir düğün-dernek düşünülemezdi.Vakfıkebir,Beşikdüzü,Tonya…gibi uzak yerlerden de düğüne çağrılırdı.Eğer o sıralarda kendi köylülerinin de düğünü varsa,tehir ettirir,tabir yerindeyse kaçanı kovalamak babından,uzak yerleri aradan çıkarmaya bakardı.Bu teklifi seve seve kabul edilir,ancak köylülerinden de para almaz,bahşişlerle yetinmeye çalışırdı.Bu bahşişlerden bir miktarını da bana verir,adeta beni kemençeye teşvik ederdi.Tabi dünyalar da benim olurdu.Bugün bir yerlere gelebilmişsem,Picoğlu’na çok şey borçluyum.Allah rahmet eylesin!”
Adeta alamet-i farikası olan kasketini mecbur kalmadıkça başından hiç çıkarmazdı.Espiye’de bir düğünde çıkan bir kavga esnasında başındaki kasketten olur.Düğün dönüşü yolda başındaki kasketi göremeyenler,akibetini sorarlar.O da bu soruya:
“Espiye’nin üstünde,
Bulutlar dönüyordu.
Siz şapka soruyonuz,
El beni vuruyordu!” diye karşılık verir.

Atma türküde de usta olan Picoğlu,misafir karşılarken;
“Nevaller olsun bana,
Yaşım geliyu yaşım.
Hoş geldin,sefa geldin,
Hey gidi arkadaşım!

Safa geldiniz beyler,
Düğün-derneğimize.
İçelim,eğlenelim,
Bakalım keyfimize!

Uzak yerden geldiniz,
Bunca yolu teptiniz.
Lakin teşrifinizle,
Bizi dilşad ettiniz.

Buyurun baş köşeye,
El atalım şişeye.
Kafaları çektikçe,
Boş verelim her şeye!

İçelim,eğlenelim,
Coşalım söyleyelim.
Gelin ve damat beye,
Saadetler dileyelim.”

Bahşiş için;

“Kemençemin beline,
Kuradayım kurada.
Bahşişimi verecek,
Hasan dayım burada” şeklinde türkü atardı.

Bir düğüne davetli olarak gelen bir kaymakama da;

“Güneş açtı geliyor,
Bulutun arasından.
Bahşişimi verecek,
Devletin parasından!” şeklinde,espriyle karışık türkü atar.
Merhumun atma türküde ustalığına birkaç örnek de,değerli dostum öğretmen İbrahim Melikoğlu’nun gönderdiği anılardan…
Şöyle anılardan ilki: “Dedem 1923 doğumlu Yusuf Melikoğlu anlatmıştı.Akrabalarımızdan Görele eşrafından amcam Şakir Melikoğlu’nun düğününde;

“İki defa evlendi,
Şu Melikoğlu Şakir.
Keyfini de biliyu,
Ne kafirdir ne kafir!” diye şaka yollu bir türkü atınca,her zaman olduğu gibi ortalığa bir neşe saçıldı.”
İbrahim Melikoğlu,Güce’nin Boncukçukur köyünde öğretmenlik yaptığı yıllarda (1992),o sıralarda 85 yaşında olan Kelle Emin lakaplı yaşlı bir köy sakininden dinlediği bir başka anısını anlatıyor.Melikoğlu’na göre,Kelle Emin amca,köylerindeki bir düğünde Picoğlu’nun;
-“Allah’tan korkmasam,kemençeme Kur’an okuturdum.” Dediğini,böylece kemençede ne denli iddialı olduğunu gösterdiğini ifade ediyor.
M.Sırrı Öztürk’e göre çok da yakışıklı idi.Kılık-kıyafetine özen gösterirdi.Her Karadeniz delikanlısı gibi bıçkın ve çapkındı da.
Daha sonra,Kelle Emin’den aldığı,aynı düğünde geçen biraz çapkınlık kokan bir başka anıyı naklediyor bize Melikoğlu:
“Ermeni’nin gelini,
Üğrü fistanı üğrü.
Yetişemiyum sağa,
Yolları yavaş yürü” diye bir türkü atar.
Melikoğlu’nun son anısı da,Giresun merkeze bağlı Çandır köyünde yöresel halk türkülerini araştırırken,Alacadayı lakaplı yaşlı bir köy sakininden.Alacadayı’ya göre;
“Merhum Picoğlu,köye düğüne gelmiş.Çandır köyü eski bir yerleşim birimi olduğu için okulda çalışan bir bayan öğretmen Picoğlu’nun kıvrak bir şekilde çaldığı kemençeyi ve türküleri büyük bir ilgi ile dinler.Büyülenmişçesine bakakalır.Bunu sezen Picoğlu,hemen dörtlüğü yapıştırır:
“Derenin kenarında,
Yuvarladım taşları.
Alış veriş ediyu,
Şu bayanın kaşları.”
Gönül almasına bir örneği de Ayhan Yüksel’den aktaralım:
“Bir gün Tirebolu Ortacami köyünden bir düğünden dönerken,birlikte Halkova’ya kadar geldikleri gruptaki kızlara şu türküyü atar:
‘Ağacın tepesinde,
Dil veriyor serçeler.
Biriniz benim olsun,
Hey gidi güzelceler!”
Kafilede bulunan “uslu”nun, “Oldu mu Osman Efendi,bunlar senin kardeşin” sözü üzerine de,şunları söyler:
‘Ey portakal portakal,
Kabuğundan acısın.
Darılmayın sözüme,
Dünya ahret bacımsın.’”
***
ŞAKAYLA KARIŞIK KÜFÜRÜ SEVERDİ

Şaka yapmasını çok severdi.Çarpık bir duruma veya muameleye maruz kaldığında,yarı şaka yarı ciddi küfürle karışık cevabı anında yapıştırırdı.
Yine M.Sırrı Öztürk’ü dinleyelim:
“Bir gün Tirebolu ağalarından birinin düğününe gitmiştik.Yan yana dizilmiş masaların etrafında 60 kadar davetli var.Tam bir ağa sofrası.Ne ararsanız var,kuş sütü hariç.Picoğlu elinde kemençesi yine her zamanki gibi döktürmekte.Yanında oturmakta olan bir arkadaşı da rakı kadehini ve peşinden de çatalına daldırdığı bir karalahana sarmasını Picoğlu’nun ağzına tıkmaktadır.Eli kemençesi ile meşgul olan Picoğlu’na güya yardımcı olmaktadır.Bir kadeh rakı,bir çatal dolma…Bu hareket üç defa tekrarlanınca,Picoğlu’nun kemençeyi bırakmasıyla,arkadaşının elini yakalaması bir olur ve basar kütfürü: ‘Ula….goduğumun oğlu,senin habu çatalın ucu heç köfteynen,tavuğa batmaz mı?’
Arkadaşı bir anda neye uğradığını şaşırırken,gök gürlemesini andıran bir kahkaha tufanı ortalığı kasıp kavurur.”
“Yemek” üzerine bir başka anıyla devam edelim.Anı,Eynesil’in Ören beldesinden Hasan Usta’dan naklen sevgili kardeşim Harun Yöndem’den. “Muhtemeldir ki,O da,oralarda duymuştur” diyor ve anlatıyor,sevgili Harun:
“Picoğlu bir düğüne gitmiş.Vakit,öğleyi biraz geçmekte.Oradakiler yemeğin sonunu getirmiş olsalar gerek ki,herkese birer,ikişer hamsi dağıtırlar.Picoğlu da bunlardan bir iki tane yer.Karnı açtır ama idare eder diye düşünür,çalıp söylemeye devam eder.Derken ikindi olur,yatsı olur,başka bir yiyecek gelmez.Saatlerdir çalıp söyleyen Picoğlu’na kimse bir şey sormaz.Oysa o artık dayanabilecek durumda değildir,başı düşmektedir.Hayal-meyal düğün sahibini görünce,sarılır kemençesine,başlar söylemeye:
‘Yediğim hamsi bürük,(*)
O da az pişmiş idi.
Çiğ,miğ diye yemesem,
Anam (öpülmüş) idi!’
(*)Hamsi bürük: Unlanarak saçta veya közde hafifçe pişirilen hamsi.

Bir başka anı:
Düğün için gittiği bir evde gece yatısına kalır.Ev sahibi kadın altına ottan bir yatak serer,yastık niyetine de bir bağ sap verir. “Eğer alçak gelirse,bir bağ daha vereyim mi?”deyince, “sağol bacım” der:
-“Ben bunu sabaha kadar anca yerim!”


ÇOCUKLARI ÇOK SEVERDİ

Picoğlu Osman, çocukları çok severdi. Onların her türlü haylazlığını hoşgörüyle karşılar, hemen bir türküyle nazikçe ikaz ederdi.
Hastalığının arttığı bir gün evinin bahçesinde bir dut ağacına sırtını dayamış, dinlenmeye çalışıyormuş. Küçük çocuklar tarafından da rahatsız ediliyormuş. Onları başından savmak için:
“Kemençemin beline,
Kuşak sararım kuşak.
Cennet gölü başında,
Balık çoğumuş uşak!” diye bir türkü atınca, haylazlar “Cennet Gölü” başında avlayacakları bol balığın hayaliyle bir anda toz olmuşlar.
***
YOLUN SONU GÖRÜNÜYOR

Son olarak Kayaköprü köyünden polis memuru Niyazi’nin düğününü yapan Picoğlu Osman’ın rahatsızlığı iyice artmaya başlar. Vakfıkebir’e doktora gider. Doktor, “Seni iyi edeceğim” der. Tabi, inanmaz. İçinde bulunduğu durumun vahametini çok iyi bilmektedir çünkü, hastalığının adı “Siroz” (kimilerine göre de zatürree veya tüberküloz)’dur. Doktora boşu boşuna para kaptırmaya da hiç niyeti yoktur. Buna rağmen, sınamak için doktora sorar: “Yüzbinlira (o gün için bir servet) verirsem, beni eski Osman yapar mısın?” Tabi doktor bir cevap veremez.
Daha sonra, hastalığına çare bulabilmek için iki defa daha İstanbul’a gidip gelir. Bu arada, şu türküyü attığı rivayet edilir:
“Soğuk soğuk sulardan
İçtim ufağım içtim
Ağladı da dedi ki;
Bu dünya bizden geçti”
Fındık dallarının yeşillere büründüğü, renk cümbüşü içersindeki kır çiçeklerinin görsel bir ziyafet sunduğu, kuş cıvıltılarının senfoniye dönüştüğü, çisil çisil mevsim yağmurlarının topraktan bereket fışkırtmaya hazırlandığı ilkbaharın son günleridir. Yaz mevsimine merhaba demeye çok az bir zaman kalmıştır. Hastalığı iyice ağırlaşan Picoğlu için tüm bu güzellikler hiçbir şey ifade etmemektedir, artık.
Tedavi olmak için tekrar İstanbul’a gitmek ister. Trabzon’dan gelecek olan “Karadeniz” yolcu gemisi (o yıllarda kara yolu yeterli olmadığı için, deniz yolu tercih edilirdi) beklenmeye başlanır. Denizde de müthiş fırtına vardır. Geminin Görele’ye inmesi imkansız gibi bir şey. Ancak yetkililer nezdinde yapılan girişimler sonuç verir, geminin Görele’ye uğraması sağlanır.Yıl 1946, aylardan Mayısın sonları… (Merhumun hayattaki tek kızı Esma hanım ise, babasının ablası Nedime ile birlikte Görele açıklarında Vona (Perşembe)’den gelen gemiye bindiklerini söylüyor.) Picoğlu’nun namını duyan ve O’na büyük hayranlık duyguları besleyen geminin süvarisi Deli Bahtiyar “salon iskelesi”ni indirerek Picoğlu’nu birinci mevkie çıkarır, başka yolcu da almaz. Gemi İstanbul’a gitmek üzere yola çıkmıştır, artık. Ancak bu yol, Picoğlu için dönüşü olmayan bir yoldur. Tıpkı, şairin (Y. Kemal) “Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç/Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç” dediği gibi, “Azrail” O’nun rotasını ebedi alemin dönüşü olmayan yoluna çoktan ayarlamıştır bile.
***
VE… KAÇINILMAZ SON

Gemi Amasra-Zonguldak arasında seyrederken, son olarak şu dörtlüğü söyler ve çok geçmeden de son nefesini verir (31.5.1946):
“Kestim parmacuğumu,
Kanım akıyor kanım.
Zonguldağın üstünde,
Canım çıkıyor canım”
M. Sırrı Öztürk’ün verdiği bilgiye göre, geminin “seren direği”ne, gemide cenaze olduğunu ifade eden “Sahil Sıhhiye Flaması” çekilir. Gemi Zonguldak’a gelince, bayrağı gören Sahil Sıhhiye ilgilileri yasa gereği cenazeyi almak üzere gemiye girmek isterler. Süvari Deli Bahtiyar, “Ben kanun manun tanımam. Burada kanun benim. Vermiyorum cenazeyi” diye top gürlemesini andıran öfkeli bir ses tonuyla kükrer ve cenazeyi vermeden yoluna devam eder
Picoğlu’nun kızı Esma hanım da şu şekilde anlatıyor olayı:
“Babam yolda ölünce, gemiyi limana yanaştırıp, cenazeyi indirmek isterler. Kaptan, ölenin Picoğlu olduğunu öğrenince, gemiye karantina bayrağı asar ve cenazeyi İstanbul’a getirir”.
Sirkeci limanında (o yıllarda şehirlerarası yolcu gemileri, bugünkü Eminönü iskelelerinin bulunduğu yere baştan kara demir atar, sandalla kıyıya çıkılırdı) cenaze mahşeri bir kalabalık tarafından karşılanır. Buradan Kulaksız’a götürülerek, 4 Haziran 1946’da yani ölümünden 5 gün sonra bugünkü ebedi istirahatgahına tevdi edilir. Yine kızının verdiği bilgiye göre, parmağındaki yüzüğü çıkarıp satarlar, bu parayla da mezarını yaptırırlar.
Picoğlu Osman’la ilgili ilk araştırmalara başladığım 1991 Ekiminde, M. Sırrı Öztürk’le birlikte mezarını ziyarete gittiğimde, gördüğüm manzara karşısında utanmış, mezarın perişan halini Giresun Dergisi’nde yayınlanan araştırmamda dile getirmiştim. Kırılıp, dökülmüş mezar taşları mı dersiniz, imlası yanlış kitabe mi dersiniz, ne ararsanız vardı, harabe halindeki kabrinde. Örneğin, mezar taşındaki şu imlaya bakınız lütfen: “GORELİ DIYILIKÖY İSMAİL OĞLU OSMAN GUHCE” İllaki bu cümleler yazılacaksa, doğrusu şu şekilde olmalıydı: “Görele Daylı Köyünden İsmail Oğlu Osman Gökçe”
Dergide yayımlanan yazımıza “Bayrampaşa Giresunlular Derneği”nden ses geldi. 1976, 2005 (panelli) ve 2006 yıllarında üç defa anma toplantısı düzenlediler. Ayrıca 2005 yılında (Derneğin ve dernek üyeleri Bilal Aydın, İsa Kara, Ahmet Güler, İbrahim Sezer, Ömer Feridunoğlu’nun maddi katkılarıyla) mezarını yaptırdılar.

http://img245.imageshack.us/img245/1314/89778143ad5.jpg

http://img252.imageshack.us/img252/8594/83784840sn5.jpg

“BAKİ KALAN BU KUBBEDE HOŞ BİR SADA” BIRAKTI
Tirebolu Ortacami köyünden Enver Tepe’nin bir anısıyla yazımızı noktalayalım:
“Birgün Tirebolu eşrafından Ahmet Karakaya’nın düğününe gelmişti. Bu sırada bir mazı yapımı için bir dut ağacının yerinden sökülüp, bir başka yere dikilmesine karar verilmişti. Olaya şahit olan Picoğlu, “Ula uşak” der:
-Habu dutu yerken dersiniz ki, bir gün burada rahmetli Picoğlu da vardı!”
O dut ağacı şimdi yerinde duruyor mu bilmiyorum amma, şurası bir gerçek ki; kemençeler çalınıp, horonlar tepildikçe, karşılamalar oynandıkça, taş plakları dinlendikçe rahmetli Picoğlu Osman’ın “Baki kalan bu kubbede bıraktığı hoş sada” gönüllerde yankılanmaya devam edecektir.
Ruhu şad olsun!
(Birinci Bölümün Sonu)

(Günümüze kadar gelen 8 türküsünün [7 adedinin taş plaklarından] orijinal sözleri,bazılarının öyküsü,TRT Repertuarında bulunanlarının tescil tarihleri,tescil numaraları,ölümünün ardından söylenenler gelecek yazımızda.)

Nuray
05.02.2008, 12:31
bu başlık çok iyi olmuş ya saolun açtığınız için :)

macka61
05.02.2008, 16:25
Maçkalı Hasan Tunç

Maçkalı Hasan Tunç, 1912 yılında Trabzon'un Maçka ilçesine bağlı Mağura (Örnekalan) Köyü'nde doğdu. Babası İbrahim Bey, annesi Ayşe Hanım'dır. Yedi kardeşin en büyüğüdür. Yoksul bir ailenin çocuğu olan Hasan Tunç ilkokulun üçüncü sınıfına kadar okuyabilmiştir. Fakir bir ailenin çocuğu olması onun daha fazla tahsil yapmasını engellemiştir. Bu durum daha sonraki yıllarda onun sosyal yaşamında önemli sorunlara neden olmuştur. Dokuz yaşındayken geçirdiği bir kaza sonucu sağ gözünü kaybeder.


Hasan Tunç, gurbete çıkmadan önce uzunca bir süre annesiyle birlikte yaylacılık yapar. Annesine göre Hasan "hovarda" bir yapıya sahiptir (O ufak yaştan beri "sevdalık edeyi" ifadesi annesine aittir). Bu özelliği ona türkü söyletmiş ve kemençe çaldırmıştır. 1930 yılında 18 yaşındayken aile ortamından ve köy yaşamından kopan Hasan Tunç gurbet kervanına katılarak İstanbul'a gelir. Karadeniz insanı için gurbet denince İstanbul akla gelir. Diğer bir ifadeyle gurbet demek İstanbul demektir bir Karadenizli için.


Hasan Tunç, İstanbul'a kendisinden önce gelen babasının Koca Mustafa Paşa'daki yorgancı dükkanında çırak olarak işe başlar. Burada Maçkalılar'ın önemli bir özelliğini belirtmek yararlı olacaktır. Eski dönemlerde İstanbul'a gelen her Maçkalı, üç meslekten birini seçerdi. Ya yorgancı, ya kalaycı ya da bakırcılıkla uğraşırdı. Hasan Tunç'un da ilk mesleği yorgancılıktır. Aslında bugün bile İstanbul'da ne kadar kemençe sanatçısı varsa çoğunluğunun ilk meslekleri hep aynıdır.


Hasan Tunç dokuz yılını bu mesleğe vermiştir. Bu meslek ona bir yerde şans kapısını da açmıştır. Şöyle ki; Hasan Tunç'un yorgancı olarak çalıştığı mahallede dönemin gözde ismi Türk Sanat Müziği sanatçısı Hamiyet Yüceses ikâmet etmektedir. Hasan Tunç'un bir vesile ile bu sanatçıyı tanıması onun yaşamının bir dönüm noktası olur ve Hamiyet Yüceses'in aracılığı ile İstanbul Radyosu'na bölge sanatçısı olarak kabul edilir. Hasan Tunç ilk evliliğini 25 yaşlarında iken halasının kızı Havva ile yapar. Bu evlilikten Mehmet adlı bir oğlu olur. Ancak bu evlilik uzun sürmez, boşanma ile sonuçlanır. Daha sonra teyzesinin kızı Emine ile ikinci evliliğini yapar. Bu evlilikten Bahtiyar, Mahture adlı kızları ile Yılmaz adlı oğlu olur.


Hasan Tunç, Hamiyet Yüceses'i tanımasının ardından yorgancılığı bırakır ve Haseki Hastanesi'ne memur olarak girer. Ancak burada fazla çalışmaz, kısa bir süre sonra bugünkü adıyla Çapa Tip Fakültesi (Yukarı Gureba) Hastanesi'ne girerek; aralıksız 34 yıl çalışır ve 1973 yılı başlarında emekli olur. Özellikle çalışma yaşamında insani değerleri daima ön planda tutması, onun çevresinde sayılıp, sevilmesini sağlamıştır. Hasan Tunç'un kemençe çalmayı öğrendiği bir ustası olmamıştır.



SANAT YAŞAMI ve ESERLERİ:


Hasan Tunç'un türkü çalıp söylemesi 12-13 yaşlarında başlar. İlk denemelerine kastel denilen olgunlaşmış mısır fidanından kesilerek yapılan ve ince sesler çıkaran basit bir çalgı ile başlamıştır. Daha sonraları kendi yaptığı kemençe ile çalıp-söylediği bilinmektedir. Hasan Tunç'un kemençe öğrendiği bir ustası yoktur. Ancak birlikte çalıp-söylediği yakın dostları olduğu bilinmektedir. Bunlar arasında Salim Akpınar (Kastoroğlu), ve Ocaklı (İspela) Köyü'nden Fehmi Alan (Kuru Fehmi) en tanınmışlarıdır. Hasan Tunç'un kemençe sanatçısı olmasında annesinin yanık ve güzel sesinin etkili olduğunu söyleyenler vardır. Annesinin tarlada çalışırken söylediği türkülere, kemençe ile eşlik ederdi. Eğlence yerlerinde, düğünlerde de çalıp söyleyen Hasan Tunç, genç kızlara türküleri her zaman kendisi söylemezdi, zaman zaman genç ve güzel kızların da kendisine türkü attığı olurdu. Bu türkülerden birisi şöyle:


Ha buradan yukari
Bineyim Taradumi
Eğil öpeyim seni
Alayım muradımi


Hasan Tunç sadece sevmemiş, sevilmiştir de, şu dörtlük bunun ifadesi olsa gerek;


Oy kör Hasan kör Hasan
Kör gözünde kaynasam
Bir derum alsam seni
Bir de derum almasam


Hasan Tunç yaylacılık yaptığı dönemlerde gönlünde yer eden bir komşu kızı için yaylada söylediği bir türkü;


Bağırıyi sığırlari
Sığırların anasi
Benum ufak yavrumun
Var bir kara danasi


Daha peşine gelur
Masti kolominasi
Daha peşine gelur
Suna elifinasi


(Türküde geçen "kalomina, elifina" hirer hayvan ismidir. Rumcadır.)


Hasan Tunç İstanbul'a geldiği yıllarda birkaç taş plak doldurdu. Odeon şirketinde doldurduğu ilk plağındaki türkülerden biri de şudur;


Bu Maçkali Hasan'ın
Yoktur mali, melali
Giyinip de kuşansa
Olur daha belali


Gerek plak çalışmaları sırasında gerekse radyoya girdiği dönemlerde Sadi Yaver Ataman, Cemile Cevher, Ahmet Yamacı, Fatma Türkan Yamacı, Ömer Akpınar, Metin Eryürek gibi sanatçılarla yakın dostluklar kurar. Özellikle Cemile Cevher'in onun sanat hayatında ayrı bir önemi vardır. Bazı türküleri birlikte ürettikleri gibi, bunları çeşitli yerlerde yorumlamışlardır da.


Hasan Tunç'un sanat yaşamında hiç unutamadığı olaylardan birisi de, polis marifetiyle Beylerbeyi Sarayı'na çağırılarak Atatürk tarafından dinlenilmiş olmasıdır. Sahnede kemençe eşliğinde Maçka (Solday) Sevinç Köyü'nden bir ekip horon oynamaktadır. Bu gösteriden çok memnun kalan Atatürk, Hasan Tunç'un sıkıldığını fark etmiş olacak ki kendisini gösteri sonunda yanına çağırır ve kendisine "çal, çal evlat çal, Karadeniz havaları bizim milli havalarımızdır" der. Bu ifade onu çok duygulandırmıştır.


Radyodaki çalışmalarına 1960'lı yıllarda nokta koyan Hasan Tunç kemençesini de Radyoevi müzesine hediye etmiştir. 1983 yılında Karadeniz kültürüne ve Türk halk müziğine yapmış olduğu katkılardan dolayı Kültür Bakanlığı'nca ödüle layık görülmüş ve ödüllendirilmiştir. Hasan Tunç, 1 Mayıs 1986'de Şehremini'deki evine giderken geçirdiği bir kalp krizi sonucu vefat etmiştir. Mezarı Yedikule'deki aile kabristanındadır.


bir soldoylu olarak gurur duyuyorum ee 70li yılların ortasına kadar tek karadeniz horon ekibiydi Bahattin çamurali Piç Osman Hüseyin Dilaver Hasan Tunç Cemile Cevher Hüseyin Köse bunlar çok iyi sanatçılar

zeleka
05.02.2008, 17:36
Arkadaslar bu baslikda alinti yapmadan yorumlarimizi yazalim veyatda ek bilgilerimizi ekliyelim ki duzgun bir sekilde bu basligi yurutelim ve bu basligi okuyan arkadaslar yorulmasin ve en azindan bu buyuk ustatlarin hayat hikayelerini rahat rahat ve duzgun sekilde okuya bilsinlerki az cok Karadeniz sanatcilarinin su gunlere kadar Turk sanat muzigi halk mucigi icin ne kadar onemli olmus ne kadar katkilari oldugunu ogrensinler ve degerlendirsinler.

elimizden geldigi kadar reklamsiz goruntuler eklemeye calisalim ki bu baslik benim icin oldugu kadar bir cok arkadasimizin'da sevkle takip etmek istedigi bir baslik olsun saglilarimla.

.................................................. ........................

picoglu osman kisa yasami icinde yaptigi muzik ve turkluleri'ile Turk muzigine okadar degerler birakmiski halen onun eserleri ileTurkiyenin her sekil tarz muziginde kullaniliyor olmasi bunun kanitidir, Rahmetle aniyoruz bu buyuk ustadimizi.

Piçoğlu Osman Tamzara Türküsü

EybZ6jP2mOA

MEHMET MAKSUTOGLU - PICOGLU OSMAN ve Tuzcuoglu hakkinda

KGoeIZqGdyo

Hasan Ayvenli
05.02.2008, 18:05
bir soldoylu olarak gurur duyuyorum ee 70li yılların ortasına kadar tek karadeniz horon ekibiydi Bahattin çamurali Piç Osman Hüseyin Dilaver Hasan Tunç Cemile Cevher Hüseyin Köse bunlar çok iyi sanatçılar

karadeniz müziğinin en önemli ismi kanımca
temellerini atmış birçok türkümüzü kazandırmış

zeleka
06.02.2008, 15:41
Katip Şadi: 1938 yılında Görele’nin Derekuşçulu köyünde doğmuştur. Görele stilinin yaşıyan tek büyük üstadıdır, 10 yaşında kemençeye başladı.
Ustası Durkaya'dır. (Kemal İpşir) Kemence çalmaya emanet bir kemençeyle başlamıştır. ilk kemençesi 15 yaşında olmuştur, ilk plağıni 1962 yılında çıkardı.
Çok sayıda plak ve kaset dolduran Katip Sadi TRT ye de kaset yapmıştır
Çok sayıda kaset,CD ve plağı bulunmaktadır. En son "Her zaman gelmezsin" ve "Almanya'dan geliyor" isimli albümlerini piyasaya sürmüştür.

Katip Şadi : Atma Turku

39NKkVofvfs

Buyuk Usdadin Resmi Sitesi.
http://www.katipsadi.com

Katip Şadi : Kizlara bak Kizlara biri birinden guzel, canum kurban onlara (horon)
kemence kullanmasi ve sozlere dikkat ustaligi ve gorele tarzi denen stili az cok gore biliriz.

vBOr66kuZa0

zeleka
07.02.2008, 15:58
1931 yılında Sürmene'nin Aso köyünde doğmuş olup, Hüseyin Dilaver'in oğludur. Hayatının bir bölümünü Almanya'da geçiren ünlü kemençeci 2004 yılında vefat etmiştir.

ustadin ustad oglunuda Rahmetle aniyorum.

bsO0xsn5UQ4

Klibin basinda bir yanlis yapilmis picogluosman gokce degil, sarkiyi soyleyende sarki sahibide Fahrettin Dilaver'in ta kendisidir.

zeleka
07.02.2008, 16:19
1965 yılında yaptığı plaklardaki türküleri sizlerle paylaşırken ,resimlerde olsun istedim. Canlı vidyo görüntüleri maalesef yok. Palktaki türkünün adı."Neren ağrıyor neren"
Cok Guzel soyluyor Rahmetli habini.

Euh-tz3mWcE

1955 -1988 Yılları arasında ,özellikle İstanbuldaki karadenizlilerin ,sıla özlemlerini gidermek için aradığı isim olmuştur.Gerek sesi ve Gerekse horonu ile tartışılmaz en büyük değer olmuştur.
Fahrettin Dilaver,Ali Köroğlu,Bahattin Çamurali,Nazım Çubuk,Sırrı Öztürk,Muzaffer Aktürk,Saffet Genç gibi Kemençe ustalarının duayeni sayılmıştır.

Bu Buyuk Rahmetli Ustadin hayat hikayesi hakkinda fazla bilgi toplayamadim, arkadaslar daha fazla detailli bir sekilde hayat hikayesini bulan varsa eklerse makbule gececekdir.

Ali Genç "Hey Gidi osman "Türküsü"

ISCPuyic9Lc

zeleka
08.02.2008, 14:41
Cemile Cevher

http://www.turkuler.com/tgv/cemile.JPG 1926 yılında Maçka /Trabzon'da doğdu. 1946 yılında İstanbul'a yerleşti. Bestekar Sadettin Kaynak'ın, İstanbul Radyosu Müzik Yayınları Müdürü Cevdet Çağla'ya Tavsiyesi üzerine, 1950 yılından itibaren Hasan Sözeri'nin yönettiği Karadeniz'den Sesler Topluluğu'nda ses sanatçısı olarak, emisyonlara katılmaya başladı. Hasan Sözeri'nin İstanbul Radyosu'ndan ayrılması üzerine, çalışmalarını bir süre Kemençeci hasan Tunç ile sürdüren Cemile Cevher, 1953 yılından itibaren, Sadi Yaver Ataman tarafından kurulan ve yönetilen Memleket Havaları Ses ve Tel Birliği Topluluğu'nda çalışmalarına devam etti. İstanbul Radyosu'nda, Yurttan Sesler Topluluğu kurulunca (1954), Muzaffer Sarısözen'in önerisi ile, bu topluluğun kadrolu sanatçısı oldu.

İstanbul Radyosu'ndaki görevinden 1979 yılında emekliye ayrıldı. Cemile Cevher; bilhassa seslendirdiği Karadeniz Bölgesi Türküleri ve horon havaları ile tanındı. Gerek radyo yayınları, gerek doldurduğu plak ve kasetler ve gerekse de yurt içi ve yurt dışında verdiği konserlerle pek çok türkünün, ülke genelinde yayılıp sevilmesini sağladı. Ses sanatçılığı yanında, Türkiye'nin çeşitli yörelerinden yaptığı derlemlerle, TRT Türk Halk Müziği Repertuarına "Derleyici" ve "Notalayıcı" sıfatlarıyla onlarca türkü kazandırdı ve bunları seslendirdi. Ayrıca çeşitli kurumlarda, eğitimcilik görevinde bulunarak öğrenciler yetiştirdi.

TRT'de ses sanatçısı, derleyici ve notalayıcı olarak çalışan, Türk Halk Müziği repertuarımıza onlarca türkü kazandıran Cevher, özellikle Karadeniz Bölgesi türküleri ve horon havalarıyla tanındı.

GhWNUlGZ2b4

NAMAZI YARIDA BIRAKTIRAN KADIN
Karadeniz’in ilk radyo sanatçısı Cemile Cevher. 1950’li yıllar; ailesiyle Trabzon’dan İstanbul’a göç eder. Mahallelinin, sesini keşfetmesiyle Sadettin Kaynak’a götürülür. Sadettin Kaynak Rizelidir. Duyduğu sese hayran kalır. Cevher, TRT’nin Yurttan Sesler Korosu’nda radyoda yaptığı solo programlarla tüm Karadenizlilerin taptığı bir sanatçı olur. Fadime Kimdir kitabının yayıncısı Ömer Aşan, Cemile Cevher’i şöyle anlatıyor: "Babaannem, radyoda onun sesini duyduğunda namazını yarıda keser, radyonun sesini açardı. Bilirsiniz, herhangi bir Müslüman öyle kolay kolay namazı yarım bırakmaz. Çok önemli sebebiniz yoksa günaha girersiniz. Sonraki yıllarda, babaannem henüz yaşıyorken, güzel şarkıların onun için namazdan daha kutsal olduğunu öğrenmiştim. Haklıydı babaannem; çünkü Cemile Cevher hiçbir zaman kaset doldurmadı, plağına da rastlamadım; dolayısıyla, aynanın bir daha yüzümüze tutulup tutulmayacağı belli değildi.

thJTmNlSNXU

macka61
08.02.2008, 16:30
ali gençi koyman çok iyi olmuş abi benim dedemannemin amcası kendisiyle çok horon tepti bir oğlu kıbrısta şehir düştü ondan sonra öldü zaten kardeşide nihat genç cemile cevher kadın sanatçılar arasında karadeniz müziğinde bir numara süreyya davulcuoğluda var

zeleka
14.02.2008, 23:46
DURKAYA (Kemal ÎPŞİR) (1911-19.08.1989)

Ardıç köyündendir. Davul, zurna, kemence sanatçıları çıkarmış bir aileden gelmektedir.
Durkaya adıyla ünlenmiştir. Bebekken ağır bir hastalığa yakalanır. Köyde yapabilecek ilaçlar denenir. Bir sonuç alınmaz. Babası umudu keser. Basında beklemeye başlar oğlunun. Aksakallı biri çıkagelir. Hasta bebeğin basında durur, bakar sonra basını okşar: "iyi olacak oğlun" der, babasına, "yaşayacak..." der. "Bundan sonra buna Durkaya dersen iyi olur" der. Gider. Hasta bebek. Kemal iyileşir. Bu olaydan sonra sakallı adamı gören olmaz. Kemal da "Durkaya" adıyla çağrılır.

Durkaya'nın bir ara Giresun'da Veli oğullarına çoban durduğu, kemençeyle orada tanıştığı söylenir. Durkaya'nın ustası kemençenin gelmiş tek virtüözü Karaman'dır. Derekuşçulu'da bir düğünde. Karaman, Piçoğlu, Durkaya buluşurlar. Çalarlar, oynatırlar, oynarlar. Düğüne gelenlere mutlu saatler yaşatırlar, iki sanatçı da ustalarına çok saygılı davranmaktadır.

Karamanca düğündekilerden kimileri sorar, yetiştirdiğin iki ustanın en iyisi hangisidir? Karaman az durur, sonra; "Arkadaşlar, en güzelini Durkaya çalar, Piçoğlu'da türküyü iyi söyler" der. Gerçekten de yay atma ustası olan Durkaya’nın olağanüstü güzellikte çaldığı, çok yumuşak, okşayıcı, kıvrak bir üslubu olduğu kemençeden anlayanlarca bilinir. Horon oynatırken ezgiden ezgiye geçişleri incelikli, çok ustaca, kulak okşayıcıdır.

Kısa, orta boyluların genel kıvraklığı, hareketliliği tümden Durkaya'da toplanmış denebilir. Horona çalarken coşar, coşar. Gerek oynayanları, gerekse izleyenleri coşturmada üstüne yoktur. Yerinde duramaz. Oynar, koşar, dolanır, eğilir, çöker, zıplar, oturur, kalkar, yatar, fırıl fırıl döner. Horon artık çalanla, oynayanlarla, izleyenlerle öyle bütünleşir ki tek kişinin sanat gösterisine dönüşür.

Düğünlerde yeme, içme, eğlence, oyun, tüfek, tabanca... gırla giderdi eskiden. Kemençeciler içki içenlerin bulundukları konaktan konağa gide gele iyice bulanırdı, yorulurlardı. Horonlar, eğlenceler o denli uzar sarhoşlar o denli sapıtırlardı ki kemençeci olarak onları kırmadan durumu kurtarmak zordu, beceri isterdi.

Durkaya böyle durumlarda küçük parmağı ile çok ustaca kemençesinin ince telini kopartır, tel koptu, diyerek durumu kurtarırdı. Olay çıkmasını da önlerdi.

Sis Dağı'nda Otçu Göçü Şenlikleri yapılmaktadır Büyük bir horon kurulmuştur. Usta kemençeci Piçoğlu coşturur da coşturur oynayanları, izleyenleri.Gençtir Durkaya, su gibi delikanlıdır. Hareketli, atak, fırtına gibi çalmaktadır.

Topuk otunun içinde yuvarlanmaktadır. Piçoğlu alınır, kızar. Türkü atarak uyarmaya başlar. Durkaya anlamaz, farkına varmaz belki de. Ama yavaş yavaş gerginliği azaltır. Durkaya, yavaşlar. Piçoğlu çıkar yavaş yavaş horondan, Durkaya'ya bırakır yerini.

Durkaya şakacıdır, esprilidir. Bir düğüne gider yıllar önce. Kıtlık, yokluk yıllarıdır. Doğru dürüst evi barkı bile yoktur. Çubuktan yapılmış evlerde oturulmaktadır. Gece Durkaya'yı yatırır ev sahibi. Altına ot yığını, basının altına da bir bağ sap bırakır. Evin kadını gelir. Saygıyla bağa, yatağa bir daha bakar. "Gardaşım der, rahat mısın, bir bağ sap daha getireyim mi?" Durkaya: "Sağol bacım" der, "Ben sabaha kadar ancak bunu yerim."

Durkaya, yöremizin hikaye anlatıcısıdır. Doğu Anadolu'da çok yaygın olan
hikaye anlatma geleneğinin yöremizdeki sanatçısıdır Durkaya. Basından geçenle hikayeye dönüştürerek, "hikayeli türkü" yaratır.

Görele kemençecinin merkezidir. En yaratıcı, en kıvrak, en içli burada çalınır kemence. Halkbilimci M. Arif Altunbaş, Tonya Horon Ekibi'yle Dünya Birincisi olduğu yarışmada. Yunan ekibinin sorumlusu Constantin'e "Horonun, horon giysisinin, kemençenin kimin olduğunu" sorar.Constantin, horonun da. giysilerinin de bizim (Türklerin) olduğunu söyler. Der ki, "Sen öğretmensin ama bir şey bilmiyorsun. Elevi denen bir yer var, şimdi oraya ne diyorsunuz? Görele, dedim.Constantin. "İşte orası, varya, kemençenin menşeidir" Gerçekten de Tuzcuoğlu, Karaman, Piçoğlu gibi ustaların yanında yer alır.

Karaman, Piçoğlu nasıl bir ekolse, Durkaya da bir ekoldür. Durkaya ekolünü
Katip Sadi (1938) ve Şenel Dandin sürdürmektedir.

http://www.kemence.com/resimler/kemalipsir.gif
Kemal İpşir "Durkaya" 1911 / 1989

tOmF0waDAfA

zeleka
15.02.2008, 14:21
http://www.gorele.bel.tr/images/kodalak2.jpg
HALİL KODALAK (KARAMAN) 1878 / 1964

Kemençenin virtiözüdür. Kemençede gelmiş geçmiş en büyük, en ulaşılmaz addır.
Görele Karadere köyündendir. Babasının adı, Süleyman, annesinin adı Esma'dır.1878-1964 yılları arasında yaşamıştır.
Kemençeyi klasik stilde çalar.
Karamanın kemençede ustası Kandahor köyünden Kuyucuoğlu ile Tuzcuoğlu'dur.Çeşitli savaşlara katıldığı için Karaman (Kahraman) adıyla ünlenmiştir. İstanbul’da saraylarda çalmış, oynatmıştır. Radyo-evine de girmiştir. Bölgede çalınan bir çok ezginin, oyunun yaratıcısıdır.
Kendisiyle tüm düğünlere giden, her çalışta oynayan arkadaşı Hasbal Keskin için Hasbal havasını yapmıştır. Düğüne gelenleri karşılama havası olarak çalınan Cezayir'de Karamanın düzenlemesidir.
Şırıp şırıp oyun havası da onundur.

Horon oynanırken geçilir şırıp şırıp havasına. Karaman dışında hiçbir kemençeci oyun sırasında bu havaya dönememiştir. Karadere'de ilahili bir düğün yapılacaktır.
Ama düğüne pek gelen olmaz. Sonra Karaman'ı çağırırlar. Gelir, çalmaya başlar Karaman, bir büyük düğün olur. Horanın halkası genişler iyice. Karaman düğünü yansıtan bir türkü yakar:

Mayıs ayı gelende
Balıkçı göle daldı
imam i le bayrağı
Bakın kapıda kaldı

Horanın sonuna doğru bahşiş toplamaya başlar. Muhtarın verdiği bahşişi beğenmez:

Baktım da göremedim
Gözünün karaşını
Bakın da geri verin
Muhtarın parasın ı

Cevdet Çağla’nın radyoda yönetici olduğu sıralarda Karaman da radyodadır.Sınır tanımayan, disipline girmeyen, kendi kafasına göre yaşayan bu büyük usta fazla kalmaz radyoda. Ondan, yarattıkları, yetiştirdikleri dışında ses kalmadı.

Karaman ekolünde çalan kemençecilerimiz şunlardır: Hacı ali Özdemir (1904-1979), Kemal Caba (1925-1956), Nazmi Özdemir (1937-2000). Sabri Özdemir (1937-1994), Sami Günay (1938), Hüseyin Özdemir (1948)


Radyo döneminin yıldızlarından Göreleli Halil Kodalak’tan günümüze ses kaydı kalmamıştir.

ÜNAL
15.02.2008, 14:33
Zeleka ve diğer arkadaşları bu forumda tebrik etmek istiyorum ..Gelecek nesillere bunların anlatılması gerekiyor..

6Şafak Aydın1
15.02.2008, 23:46
paylasim icin tesekkürler. Devamini bekliyoruz.

zeleka
24.02.2008, 16:08
Maçka - Mataraci ( Iliksa ) köyünde doğdu, Taner Eyupoglu'nun Amcasidir " ismail'im destani " kara haydara ayitdir , yasanmis bir olaydan cok etkilenmis ve bu destani bestelemisdir , kara haydar eyupoglu hakkinda fazla yaza bilecegim bilgi malesef yok... :(
Su an mataraci koyunde yasiyor ve arada sirada yayla senlikleri vede yoresel televizyonlara katiliyor bir kac album cekimi var,

Kara Haydar Eyupoglu - Ismailin Destani
Kara Haydar Eyupoglu - Hatiram Olsun ( Annem)(2005) " toplama bir album, bir kac farkli parcalar icerikli "
Kara Haydar Eyupoglu - Turkulerle Karadeniz (Davul) (1986)
Kara Haydar Eyupoglu - Yengemin Kizi

Bu albumler disinda mutlaka tek tuk albumu daha var ama elimde olan ve cok begeni ile dinledigim kara haydar eyupoglu'nu allah nasip ederse bir dahaki tatilimde siyaret edecegim ve tabiki hayat hikayesini kendi agzindan kayit etme imkani bulacagim, insallah, cok buyuk Deger, bilmeyenler bir kac parcasini dinlemesini davsiye ederim cok icden soyluyor,
Annem / Yaylam / Ismailim / Hatiram Olsun / Babam , cok ama cok etkileyici parcalar anlayana fazla bile.......

Kara Haydar Eyupoglu / Taner Eyupoglu (yaylam parcasi vs ismailim dueti) senlikde cekilmis goruntuler) Helal Haydar emice HELAL,

A70110Ga5qE

U.Sadıkoğlu
24.02.2008, 17:14
Buda benim şarkım :D

KPJCuaR4uQA

zeleka
26.02.2008, 16:22
Yusuf Cemal Keskin: 1954 yılında, Dernekpazarı (Zezonaza) köyünde doğmuştur.
Gençliğinde Görele tarzından ardından Bahattin Çamurali’nin stilinden etkilenmiş zamanla sürat ve ritm açısından benzersiz kendi stilini bulmuştur. Çok sayıda kaset dolduran Keskin, gerek derlediği ve bestelediği türküler açısından gerekse bir dönem 4 telli kemençe kullanması gibi deneysel olandan kaçınmamış bir müzisyen olup, Trabzon tarzı kemençenin yaşayan üstadlardan birisidir.
Ayrıca solak olması da bir özellik ve güzelliktir, Kemençeden piyano sesi çıkartmayı başaran tek canlı.


Yusuf Cemal Keskin - Ustalık Hikayesi (kendin'den dinleyelim)
UOdFIL_un38

Yusuf Cemal Keskin - Terledi Yanakların (Kendi yasadigi bir sevdalik)
RbkM7J-BdQA

zeleka
05.03.2008, 19:17
Erkan Ocaklı 1949 yılında Trabzon’da doğdu. Aslen Artvin Arhavi’li. Çocukluğu Maçka’da geçti. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi mezunu. Kırka yakın albüm yaptı. Altı tane de filmde oynadı, yönetmenlik yaptı. Televizyon programları yaptı. İki kere evlendi, iki çocuğu var SEVDA VE BARIŞ.

Erkan Ocaklı, otuz beşinci sanat yılında Söyleşi:Yaş Otuz beş, yolun yarısı demek ‘Misiri kuruttun mi, Ula Ula Niyazi’ gibi Karadeniz klasiklerine imza atan Erkan Ocaklı, derin bir inzivadan “Kurtlar Sofrası” adlı albümle uyandı. 1970’li yılların başında, elinde bağlamasıyla Karadeniz’in hiç de alışık olmadığı bir yoldan müzik dünyasına girdi, hit parçalar üretti. Yaptığı plak ve albümlerin sayısını unuttuğunu söylese de, kırka yakın albüm, üç yüz elli civarında besteye imza attı. Taş plaktan, cdli albüme kadar her dönemde söyleyecek bir türküsü mutlaka oldu. Ocaklı bu günlerde, daha da olgunlaşmanın verdiği birikimle, daha çok evrensel mesajlar veriyor ve

“İki tane yavrum olsun, biri Sevda, biri Barış Özgürlüğün yollarında yarış Ocaklı yarış. Denizlerden karalara ulaş sevdam, ulaş sevdam Barış dolu bir dünyada, dolaş sevdam, dolaş sevdam” diyor.

Türk Halk Müziği’ne verdikleri ve vermedikleriyle her dönemde adında söz ettirdi. Son dönemlerde, yeni çıkan seslerin ve yüzlerin gölgesinde unutulmuşluğu yaşadı. Bu bir anlamda, o piyasanın ve hızlı tüketimin bir sonucuydu. Ocaklı ile söyleşimiz, daha çok müzik yolculuğu üzerine.
Futbola girmek istedik ancak, Türk Halk Müziği’nin köklü isimlerinden Ocaklı, notalı geçişlerle, konuyu müziğe getirmeyi başardı. Doktor olmak istedim- Sondan başlayalım isterseniz, Erkan Ocaklı neler yapıyor?Türkücü Erkan Ocaklı, 56 yaşına girmesine rağmen hala türkü imal etmeye çalışıyor.
Türkü okumakla kalmıyor, yazıyor, besteliyor, velhasıl görüntüsünü veriyorum. - Çok bilindik bir hikaye ama müzikle yolunuz nasıl kesişti? Babanız ormancıydı, siz müzik adamı oldunuz...Ben bir bağlama sanatçısıyım aslında. On üç-on dört yaşlarında sevdalıklara başladım. Köyde bağlama çaldığım sıralarda eğitim için önce Trabzon’a, ardından da üniversite okumaya İstanbul’a geldim. Galatasaray Üniversitesi Kimya Mühendisliği’ne girdim. Ardından orayı bırakıp İstanbul Üniversitesi Zoobotanik Bölümü’ne girdim. Tıp okumak istedim. Puanım da yetmesine rağmen bu bölümü yazmadığımdan başka bir bölüme girdim.
Ancak İstanbul’a gelmek müzik hayatımı çok etkiledi. Cemiyetlerde, müzikle ilgili yerlerde çalmaya başladım. 1970’li yılların hemen başında Mine Koşan’a bağlama bile çaldım.
Müzik piyasasında tanınmaya başlayınca, yolum Harika Plak’a düştü. Ayhan Güçlücan adlı Oflu bir hemşehrimiz. Yirmi sene ondan ayrılmadım. Harika Plak’tan çok para kazandım diyemeyeceğim. Çünkü bir Oflu’dan ne kadar para kazanabilirsiniz? Bu laf bir espiri olduğu kadar, gerçektir de... -
Hangi yıllar arası Harika Plak’tan albümleriniz çıktı?1971-91 arası... Hit olan tüm albümlerim bu firmadan çıktı. - Plaktan cdye geçiş döneminden sonraki değişiklikler, müzik piyasasını nasıl etkiledi?Plakta ancak iki eser okuyabiliyordunuz. Kaset, ya da cdye on beş eser sığıyordu. Tabii, iş daha yorucu ama hızlı olmaya başladı. Çıkardığım tüm plaklar tuttu.
Hatta Trabzonspor türkülerim de çok sevilmişti. 80’lerde Karadeniz pop!

Trabzonspor’a plak mı yaptınız?Evet, 1974/5’te… Trabzonspor 1.Lig’e çıktığında yaptım. Bir eserin sözlerinde, ‘Yeşil sahaları yıktık uşaklar yıktık. Yaşasın Trabzonspor, 1.Lig’e çıktık’ dedik.

http://www.recordturk.com/images/kapaklar/futbol/fb26.jpg

Ardından 80’li yıllar ve radyo günlerim. Radyo’dan sonra, o formatta türküler yapmaya başladım. Mesela, ‘Maçka yolları taşli, geluyi sarı saçlı.’ Ula ula Niyazi, Misir’i kuruttun mi’ gibi eserleri yaptık. Bu dönemde tekno tarzı Karadeniz müzikleri de yaptım… - Yani kemençenin yanına bas formatı dediğimiz diğer enstrümanlarla o yıllarda müzikler yaptınız yani… Evet, en az yirmi sene önce biz Karadeniz-pop yaptık ve o zaman da tutmuştu. 85’ten sonra disko tarzı müziklere devam ettik. Çünkü, gençlik bu tür müzikleri seviyordu. Hayatın akışını iyi takip ediyordum, sokaktaki insanların ne istediğini biliyordum. Lahana disko, mısır disko formatları denedik. 90’lardan sonra pop soundlu Karadeniz tekrar çıkmaya başladı. Oysa ben bu müziği daha önce denemiştim. - 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren yeni yüzler ortaya çıktı. Bu dönemde siz Karadeniz-pop, Karadeniz tekno ile karşımıza çıkabilirdiniz.Plak şirketi… İyi bir plak şirketiyle çalışmak, üreteceklerinizden daha önemlidir. 1990’dan sonra da iyi şeyler ürettim. Ki bu ürettiklerim, yirmi sene önceki eserlerimden kat kat daha iyi. Ama birileri benim önüme set çekti. - Kim onlar ve sizi nasıl engellediler?Buna cevap veremem.
Benim yapımda suskunluk var. Suskun yapım nedeniyle ilk hanımımdan ayrılmak zorunda kaldım. - Kim ayırdı sizi ve bunun sanat camiasında dışarıda tutulmanızla ne ilgisi var?Çok ilgisi var. Tüm sanatçılar için bu geçerlidir. Bağırmak, çığırmak asaletime yakışmazdı, sustum. Plak şirketim, korsan- Erkan Bey, anlamadığım noktalar var. Şimdi siz eskiye göre kat kat iyi eserler ortaya koyuyorsunuz ve ama birileri sizin bu camiada olmanızı istemiyor. Yani kasetiniz iyiyse halk alır zaten ve o birileri neden sizle uğraşsın?İsim veremem ama bu mafya grupları MESAM ve Kültür Bakanlığı’ndan 40 bin kasetimi alıp, “Erkan Ocaklı 40 bin sattı’ dedirtiyorlar. Yani gizli satış. Bu gizli satışla ne İbrahim Tatlıses, ne de Orhan Gencebay uğraşabildi. - Gizli satış nedir?Korsan… - Korsan, bir ülke gerçeği efendim…Benim firmam yaptırtıyordu korsanı. - Hangi firma?İsim vermek istemiyorum. - Efendim, buna mecbur değilsiniz ama, insanların haber alma hakkını da görmezden gelemezsiniz…Karadeniz Müzik Üretim… Adnan Yilmaz’in şirketi…Babam yıllar önce bana, ‘Oğlum, malını hırsıza emanet et, çalınmaz’ demişti. Bu laf beni çok düşündürmüştü. Anladım ki, hırsız malı yesin de, beni yemesin.

Sizin geri plana itilmenizde, bizim anlamadığımız, sizin de anlatmak istemediğiniz çok değişik şeyler var.
Bir misyonum vardı ve o birilerini rahatsız etti. ‘Ezanlar Bizim İçin’i yaptım, bazıları bu eserden çok rahatsız oldu. Trabzonspor’un kuruluşundan bu yana varım, ama sonradan buradan da dışlandım. - Trabzonspor’dan da dışlandığınızı söylüyorsunuz. Peki, bunda kimin suçu var?Nedenini ve kimler olduğunu siz bulursanız, bana da söyleyin… - Efendim, biz böyle bir şey var demiyoruz. Siz diyorsunuz. Nedenini söyleyin diyoruz sadece…İlk çıktığımdan bu yana, planlı bir şekilde benim üzerime oyunlar oynandı. Cebime para koydular, şöhretimi aldılar.
Dediğiniz gibi sizin bu camiadan silinmenize karar verilmişse, yerinize birilerini ikame etmiş olmaları lazım…O kişinin kim olduğu bellidir. - Yakın zamanda size, ‘Erkan abi, gel seni eski günlere döndürelim’ diye bir teklif geldi mi?Yoo, bana böyle bir teklifle gelemezler. Ben, ezilirim, yatarım, sürünürüm ama idealim bir gün gerçekleşir.
Maddi bir yönden sıkıntım yok, çok şükür. Hafta sonlarım doludur, eğer hafta sonu randevu isteseydin, sana randevu veremezdim. Hesap vaktim gelecek- Siz, planlı bir şekilde arka plana itildiğinizi ifade ediyorsunuz.
Karadeniz’de klasik türkülerde hep sizin imzanız var. . Yanılıyor olabilirim ancak, buna rağmen, halktan sizi tekrar istediğine dair bir işaret gelmedi.Hayır, yanılıyorsunuz. Her hangi bir gecede, davette, insanlar benimle fotoğraf çektirmek için sıraya giriyor. Halkın sevgisi bitmez… - Bu sevgi elbette vardır ama kaç kişinin bundan haberi var…O tür gecelerde medya temsilcileri olsa, herkesin haberi olurdu.
Şimdilerde, daha çok Volkan Konak, Kazım Koyuncu, Fuat Saka gibi Karadeniz müziğini batı enstrümanlarıyla başarıyla uygulayan sanatçılar ön planda…Ben, bu dediğin sanatçıların yaptığını, on beş sene önce yapıyordum. ‘Burun disko’ adlı bir eser yaptım, yıllarca dinlendi. - Bundan sonra, kendiniz adına bir yol haritanız var mı? Allah, bedenime, sesime zeval vermesin. Kimse, bu saatten sonra susturamayacak beni. Benim hesap vaktim de gelecek. - Sanatçıya yakışır üreterek bir hesaplaşma olacak sanırım…Tabii, dediğiniz gibi sanatçıya nasıl yakışıyorsa öyle olacak… - Bir dönem Kanal 7’ye de program yapıyordunuz. Neden bıraktınız?Bıraktırdılar… - Kim onlar?İsim veremem. Planın devamı bir süreçtir o... Daha sonra bana bıraktırıp, başkalarını başlatanları da bıraktırttılar. Kanal 7 televizyonuna çıkabiliyorum, ancak mesela ATV, Kanal D gibi kanallarda yokum.
En son hangi albümü çıkardınız?İki ay kadar önce Kurtlar Sofrası adlı albümüm piyasaya çıktı. - Hangi plak şirketinden?Karadeniz Müzik... - İsmail Türüt bir zaman, İbrahim Tatlıses ile birliktelik yapınca asıl sıçramayı yapmış ve halkın zihnine kazınmıştı. Siz de İbrahim Tatlıses’in plak şirketinden albümünüzü çıkarmayı deneyebilirdiniz...Olabilirdi aslında. Belki ileriki günlerde bu birliktelik sağlanabilir.

Sizin hakkınızda, ‘yaşı ilerledi, artık kenara çekilsin’ diye bir düşüncenin sadır olduğunu düşünüyor musunuz?Bu tür düşünceler, basit insanların düşüncesi. Benim ne eksiğim var. Sanatım hepsinden ileride ve de daha yakışıklıyım. - Sahne sanatlarını tümünü düşünün; eskile bugün arasında ne farklar var. Eskiyle kıyaslanmayacak şekilde imkanlar çok rahat. Bu imkanlarla eskiden olsa çok daha iyi işler çıkardı. - Karadeniz müziğinin geldiği noktada, iyi ya da kötü emeği olanlar kimler?En büyük katkıyı Meltem Tv yaptı. Kemençenin kırsaldan kente inişinde bu televizyonun katkısı yadsınamaz. Şahıs olarak da ben...

Sizin katkınız nedir? Yumuşak geçişle kemençeyi geniş halk kitlelerine sevdirdim. Kemençeyi önce bağlamayla, daha sonra org gibi diğer enstrümanlarla buluşturdum. Davut Güloğlu, sahneye çıkmadan bana, ‘Nasıl yapayım abi?’ dedi. Ona, ‘sakın takım elbise giyme, kravat takma; yırtık bir tişört ve pantolonla sahneye çık’ dedim. Sonuçlarını gördünüz...

Karadeniz’in geleneksel çalgısı kemençe; daha doğuda tulum var. Bağlama, özellikle sahilde hiç yok. Ancak iç kesimlerde ve yüksek yerlerde çalındığını biliyoruz. Siz bağlamayla Karadeniz’i temsil etmeye başladığınızda, tepki aldınız mı?Erkan Ocaklı, kemençeyi sildi’ diye çok üzerime gelinmişti. Bağlamasız türkü mü söyleniyor? Şimdi Karadeniz müziğinde her bir enstürüman var. Bağlama Türk müziğinin ana çalgısı. Kemençe ile bağlamayı yan yana getirebilmek başarıdır.
Kemençenin Karadeniz’den başka mesela Yunanistan’da çokça çalınıp dinlenmesini nasıl açıklayacaksınız? Yunanlılar’ın çalıp dinlediği kemençe değil, buzukidir. Kemençe, Karadeniz’den oraya gidenlerin çalgısıdır.
Sizinle karşılaşınca mutlaka soracağım dediğim bir soru var aklımda: ‘Ula ula Niyazi’ türkünüzdeki Niyazi, gerçek biri mi?Evet, gerçek biridir, öldü tabii... Kokoş Niyazi, Maçka’da yaşayan Kapıköylü Kokoş Niyazi derlerdi ona... Onlar ilk gençlik zamanlarımızın tip adamlarıydı. Kara kedi Şenol (Senol Gunes) her şeyi bırakıp Maçka’ya dönmeyi düşünüyor musun?Hayır, asla! Gerek Maçka’da, gerekse asıl vatanım olan Artvin Arhavi’de yerimiz yurdumuz var ancak oralara dönme gibi bir niyetim yok.

Aslen Artvinli’siniz? Laz’mısınız?Evet. Annem de babam da mohdi idi. Ben de Lazca bilirim. - Kazım Koyuncu da mohdi?Evet, tanıyorum ama daha tanışmadık.

Futbol ve Trabzonspor hiç konuşmadık.
Halbuki sizin parladığınız yıllarda, Trabzonspor da ligin tozunu atıyordu. O yılları bir sanatçı olarak nasıl hatırlıyorsunuz? Bak, o zamanın Trabzonspor’unun, ona buna yol vereyim diye bir düşüncesi olmazdı. Herkesi yenmek için sahaya çıkardı; ama içerde ama dışarda... Arafilboyu’nda rahmetli Cemil’e, ‘Naber he? Dün o golü nasıl yazamadun?’ denmesinden korkardı. Futbolun son noktas neyse, Trabzonspor onu oynuyordu.
Ne zamanki menfaatlerin çarpışma alanı haline geldi, işte bu bizi bitirdi...
O dönemden hangi futbolcular yakın arkadaşınızdı?Hüseyin Tok, Ali Kemal Denizci, Şenol Güneş... Şenol’a ‘Kara Kedi’ derlerdi. Öyle karayağız bir panterdi.
Mevcut Trabzonspor ne yapar? Başkanı çok beğeniyorum, Trabzonspor’u yakışır biçimde temsil ediyor. Şenol Güneş’in dönüşü muhteşem bir olaydır.
Kulüp, kendi çocuklarıyla birlik-bütünlük içinde hedefe ulaşacaktır.

Kaçıncı sanat yılınız?Otuz beş...
Kırkıncı sanat yılınızda görkemli bir gala yapayım diye bir düşünceniz var mı?Yok, gala dilencilik gibi geliyor bana. Halk kıymetimi bilsin yeter. - Teşekkür ederim, bize vakit ayırdınız...Ben teşekkür ederim. Çalışmalarınızda başarılar dilerim...

Erkan Ocaklı, Trabzonspor 1.Lig’e çıktığında Trabzonspor plağı yaptı. Trabzonspor adına yazılan ve bestelenen bu plak, bir anlamda ilklerden. Çünkü, Erkan Ocaklı’nın Trabzonspor plağı, ulusal anlamda seslendirilen ilk Trabzonspor türkülerini içeriyordu.
İşte o plaktan: ‘Yeşil sahaları yıktık uşaklar yıktık. Yaşasın Trabzonspor, 1.Lig’e çıktık’ dedik.

http://www.diskotek.arkaplan.com.tr/catalog/images/erkanocakli.jpg

Erkan Ocakli : Hapishane Icinde
tbiFx394-Ik

Bülent Şirin
06.03.2008, 16:23
Maçka Bıçak horonu…

Büyük ustalar başlıyor, genç yetenekler bitiriyor… Kemençede geleceğin büyük isimlerinden Göreleli Mehmet Gündoğdu... Serander.net'in 1. Kuruluş yıldönümü gecesinden...

PliL25h_5ng&eurl=http://www.serander.net/content/view/259/334/

FANATIK61
06.03.2008, 16:56
4tEdlbambN4

Karadeniz bölgesinde folklor deyince akla gelen ve bölgenin hemen hemen tamamında yaygın olan horonu ilk disipline eden ve dünyaya tanıtan yer Akçaabat’tır.
Halkoyunlarında günümüze kadar birçok Türkiye birinciliği olan 1975 yılında Fransa'nın Dijon kentinde düzenlenen uluslararası halkoyunları yarışmasında dünya birincisi olan ve ayrıca 1970-1983 yılları arasında uluslararası festivallerde Japonya başta olmak üzere bir çok ülkede dünya birincilikleri kazanan ve ülkemizi başarıyla temsil eden Akçaabat Folklor Derneği, günümüzde de Başkan Ahmet Yalçın Çilingiroğlu, bu alanda tanınmış çalgıcılar Ali Günel ve merhum Ahmet Ergül'ün yetiştirdiği folklorcular ile faaliyetlerini başarıyla sürdürmektedir.

Yine Cavit Şentürk ve Selim Cihanoğlu özellikle şehir dışında yürüttükleri çalışmalarla ilçemizi bu alanda başarıyla temsil etmektedirler.

zeleka
14.03.2008, 02:32
Kerim Aydın 1953 de Trabzon ili Çaykara ilçesine bağlı Çambaşı (Anotho) köyünde dünyaya gelmiştir.4 kardeşden 3.olan kerim aydın ilk okulu kendi köyünde okumuştur..ilkokul 5.sınıfda kavalla tanışan kerim aydın ağabeyisi Halil aydından esinlenerek 1965-66 da köyündeki etkinliklere katılmaya başlar.
1966 dan 1973 yılına kadar yöresinde unutulmaya yüz tutmuş bulunan kaval enstrumanını kendisini geliştirerek tekrar populer hale getirmiştir
Vatani görevini bando birliginde yapan sanatçı 1975 te istanbul Pendik’ e ailece yerleşir.
Bu zaman zarfında kavalda kendini daha da geliştiren AYDIN 1985 te İSMAİL TÜRÜT’ le tanışır.
İş yaşamında bazı resmi kuruluşlarda çalışan AYDIN, İSMAİL TÜRÜT le sanat yaşamına profesyonel olarak başlar.
“Davacıyım hakim bey” adlı bu kasette sesini geniş kitlelere duyuran AYDIN 1986 yılından beri kendi kavallarının da imalatını yapmaktadır.
Bir çok denemelerden yola çıkan sanatçı pirinç bakır,metal ve çeşitli ağaç türlerini kullanarak en mükemmel nota uyumlu kaval yapımını, çeşitli kurslara ,eğitim seminerlerine ve el sanatlarına katılarak imal edip yapan AYDIN, aynı zamanda özel siparişlerde yapmaktadır.
1990 da sanatçı yöresel sanatçılardan ayrılarak kendi bestelerini ve çalışmalarını yapmaya başlamıştır.

Kendi parçalarını ve bestelerini icra eden AYDIN çeşitli davet ve etkinliklere katılan sanatçı 2000 yılında KOSTAS ALEXANDRİDİS ile Oİ MOMOGERİ adlı çalışmayı çıkarmıştır.
Şu an yeni bir cd hazırlıgı olan sanatçı çalışmalarını sürdürmektedir.
Müzik hayatı süresince iş hayatını da sürdüren AYDIN, ALMANYA KÖLN ve ALARKO da idari yöneticilik yaparak 1995’ te emekli olmuştur.

Müzik yaşamı boyunca KERİM AYDIN kendisini ' Karadeniz müziğinde birçok sanatçıya ve müzik adına
sayısız hizmetleri olduğunun kimsenin inkar edemeyeceğini ama kerim AYDIN’ kendisine bir RÜTBE almamıştır.' olarak tanımlamaktadır”.

Son albumu : Bes Koylu Adem & Kerim Aydin - Gulum Demedimmi Sana (2007)


KERİM AYDIN - Kurt Dağı Senlikleri 2005 (Zeleka =Tas Oren)

HX1B_fQnq1g

oE8V_E9a5xo

zeleka
17.03.2008, 19:40
ERKAN OCAKLI - YAŞASIN TRABZONSPOR (1974'DE Birinci Lige Cikdigimizda Soyledigi Parca)
http://img525.imageshack.us/img525/2650/sampiyontrabzonspor1974ur1.jpg
ERKAN OCAKLI - YAŞASIN TRABZONSPOR

I0tJZGE1Nc8

Bu Yesil Sahalari Yikdik Usaklar Yikdik....
Yasasinnnn Trabzonsporrrr Birinci Lige Cikdik...
Bir laz Takimi Dahaaaa Zonguldaksporumuz Oda Birinci Ligde Acik Olsun Yolunuz Acik Olsun Yolunuz...
Ikinci ligde Rize Her Tarafi Yikacak,.... Dua Edin Usaklar Her Tarafi Yikacak...
Bu Sene Bu Takimlar Hebsi Yukari Cikdi, Bu Yesil Sahalari Yikdi Usaklar Yikdi...
Her Gitdigimiz Macda Cosup Haykiracagiz, Habu Birinci Ligide, Usaklar Yikacaguk Usaklar Yikacaguk
Kimlen Mac Etdiysek Sasirip Kaliyiler, Futbolcular Bu Hizi Horondan Aliyiler Horondan Aliyiler.....
Sampiyonluk Yuzunden Neler Geldi bu Basa,.... Karadeniz Takimi Trabzonspor Cok Yasa, Trabzonspor Cok Yasa.

zeleka
22.03.2008, 04:45
Erkan Abimize Allahdan Acil Sifalar diliyorum.

Erkan Ocakli - Mavi Mavi En Buyuk BordoMavi
F6OaYkadess

zeleka
01.04.2008, 14:45
1938 Yilinda, Gorelenin Kemikli Mahalesinde Dogmus Olup, Piçoğlu Osman (http://tr.wikipedia.org/w/index.php?title=Pi%C3%A7o%C4%9Flu_Osman&action=edit&redlink=1) lakaplı Osman Gökçe (http://tr.wikipedia.org/wiki/Osman_G%C3%B6k%C3%A7e)'nin yetiştirdiği talebedir.
TRT İstanbul Radyosu (http://tr.wikipedia.org/w/index.php?title=TRT_%C4%B0stanbul_Radyosu&action=edit&redlink=1) ve İstanbul Teknik Üniversitesi (http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0stanbul_Teknik_%C3%9Cniversitesi) Devlet Konservatuarında 26 yıl boyunca görev yapmış ve 2001 (http://tr.wikipedia.org/wiki/2001) yılında emekliye ayrılmıştır.
Piçoğlu (http://tr.wikipedia.org/w/index.php?title=Pi%C3%A7o%C4%9Flu&action=edit&redlink=1) ekolünü yaşatan tek kemençecidir.

zeleka
13.04.2008, 17:18
08 Haziran 1965 yılında Rize Merkez Ambarlık Köyünde üçü erkek, biri kız olmak üzere dört çocuklu bir ailenin, ikinci büyük çocuğu olarak dünyaya geldim.


Babam MUSTAFA TÜRÜT, çay fabrikasında işçi olarak çalışırken, annem HAMDİYE TÜRÜT ev hanımıydı.

İlkokulu, köyüm olan Ambarlıkta, Ambarlık İlkokulunda bitirdim. Yine bu dönemlerde, yaz aylarında CİMİL YAYLA’sında çobanlık yapardım ama ilkokula başladığım günden beri tek hayalim İSTANBUL’a gidip sanatçı olmak ve türkü söylemekti.

Ve 1979!

Hayallerimin gerçekleştiği yıl; İstanbul’a gelişim. İlk olarak Bahçelievler’de bir yakınımın sahibi olduğu markette işe girdim. Bir yıl çalıştıktan sonra bu kez Bebek’te bir fırında çalışmaya devam ettim.

Bu arada da hem çalışıp hemde çay bahçelerinde, düğün salonlarında ve üçüncü sınıf gazinolarda uvertür olarak çıkmaktaydım.

Yıl 1982!

İlk kasetim olan “LAZ UŞAÐI”nı çıkardım. Kaset ve sahne çalışmalarım yıllarca böyle devam etti. Yalnızca Karadeniz’de büyük bir isim olup, kasetlerim yüz binlerce sattı.

1998 yılı, hayatımın dönüm noktası oldu.

O zamana kadar 20 kaset yapmış olmama rağmen yalnızca Karadeniz’de tanınırken, 1998 yılında İbrahim Tatlıses’in sahibi olduğu İDOBAY müzik firmasına transfer oldum.

Adeta sanat hayatıma sıfırdan başlamış gibi bir çalışmanın içine girdim ve bir anda Türkiye’nin gündemine “OFLU İLE BAYBURTLU” kaseti ile oturdum.

Bu zaman zarfında çok başarılı çalışmalara imza atarak, Karadeniz müziğini tüm Türkiye’ye sevdirdiğimi düşünüyorum.

7 yıl boyunca aralıksız bir şekilde Kanal 7 televizyonunda TÜRÜT SHOW programını yaptıktan sonra, soyadımı taşıyan bu programa TGRT ekranlarında devam ettim. Yine TGRT televizyonuna TİRVANA isimli 26 bölümlük bir dizi çektim. 15 parçama klip çekip, sevenlerimin beğenisine sundum. 100’ün üzerinde söz ve müziği bana ait esere imza attım.

İDOBAY firması kapanınca bende ayrılıp hemşerim olan İSKENDER ULUS’un sahibi olduğu ULUS MÜZİK firması ile anlaştım.

Türkiye’de yurtiçi ve yurtdışında olmak üzere en çok konser veren 5 sanatçıdan bir tanesiyim.

Evli ve ikisi kız ikisi erkek olmak üzere 4 çocuk babasıyım. Çocuklarım Deniz (18), Yasemin (11), Miraç (9) ve Nazlıcan (7).


wlu2Ai8bIP0

Romeyiga
19.04.2008, 17:27
zeleka kardesim eline saglik cok guzel bir baslik acmisin, bizleri bilgilendirdiginden dolayi sana sukran borcluyuz, devamini bekliyoruz.:alkış:

Nurbanu
12.05.2008, 12:07
bu forum çok güzel yaa... teşekkür ederiz emeği olanlara...

LazAnisT
12.05.2008, 12:10
Youtube açıldığında SELÇUK BALCI diye yazın.Sonrada keyfinize bakın:)

LazAnisT
14.05.2008, 14:12
CELAL BAHÇEKAPILI

(1945 - 1989)


http://www.ornekalan.com/Portre/PortrelerFoto/CelalBahcekapili.jpgCelal Bahçekapılı 01.01.1945 yılında Trabzon’ un Maçka ilçesinin Örnekalan köyünde doğmuştur. İlkokulu , Örnekalan ilkokulunda , ortaokulu Maçka ortaokulunda okuduktan sonra Trabzon Öğretmen okulunu bitirmiştir.

Mezun olduktan sonra ilk görev yeri olan Trabzon’un Of ilçesine tayin olmuş , daha sonra tekrar sınava girerek Trabzon Fatih Eğitim Enstütüsü Edebiyat bölümünü bitirmiştir. 1966 yılında Aydın’ın Kuyucak ilçesine tayin olarak burada iki yıl çalışmış sonra Giresun’un Espiye ilçesinde üç yıl görev yapmıştır. Maçka’nın Esiroğlu köyünde bir yıl çalıştıktan sonra Maçka lisesine edebiyat öğretmeni olarak tayin olmuştur.
Çalışma hayatı boyunca birçok kültürel faaliyetlerle beraber , müdür yardımcılığı görevini de uzun süre devam ettirmiştir.Folklor ve yöresel türkülerde muhakkak ki Celal Bahçekapılı’nın çok büyük hizmetleri vardır.Özellikle Ayşem türküleri hala bütün Maçka ve Örnekalan’ın hafızasında yer etmiştir.
Çıkar sığırlarıni
Yaylanın başlarına
Sabah rüzgari vursun
Ayişem saçlarına
Ayişem sığırların
Hep karabaş karabaş
Hayde gidelum Ayşem
Yaylalara arkadaş

Çok benzerdi Ayişem
Paketteki pamuğa
O kadar konuşurduk
Halurduk karanlığa

Gavurun Ayişesi
Sözlerime kanmasın
İki satır mektuplan
Beni hiç aramasun
Köprüden geçeyiken
Selam verdum dereye
Azacuk gördüm seni
Çıksana pencereye

Köprüden geçeyikan
Aman bağırdum aman
Göremedum Ayşemi
Oluyi hayli zaman

Pencere parmak parmak
Çıksam araluğuna
Arar bulurum seni
Sığır akşamluğuna

Ayşem yayla yolinda
Yumurta kırdi yedi
Konuşturdunuz oni
Benum için ne dedi


Evli ve beş çocuk babası olan Celal BAHÇEKAPILI 11.04.1989 yılında geçirdiği elim bir trafik kazası sonucunda aramızdan ayrılmıştır.


Celal BAHÇEKAPILI asla unutulmazsın



Volkan Konak'ın Ayşem destanın sahibi.
Direk müzikle alakalı değil ama isminin ve kim olduğunun bilinmesini istedim

Murat'
14.05.2008, 14:34
Volkan Konak pazar günü bizim üniversitenin şenliklerine geliyorrr..

ErayAkyüz
21.05.2008, 14:31
arkadaslar kendi adıma soyleyim cok mutlu oldgum bir haberi paylasmak istiyorum uzun zamandır bekledigimiz hatta bir an artık cıkmayacak diye dusundugumuz fuat sakanın yeni albumu rapatma 2008 albumu 10 gun içinde muzik marketlerde olacakmıs:)

Cem Akyüz
21.05.2008, 14:40
arkadaslar kendi adıma soyleyim cok mutlu oldgum bir haberi paylasmak istiyorum uzun zamandır bekledigimiz hatta bir an artık cıkmayacak diye dusundugumuz fuat sakanın yeni albumu rapatma 2008 albumu 10 gun içinde muzik marketlerde olacakmıs:)

bilgilendirmen için çok teşekkür ederim gördüğüm gibi alacağım Fuat Saka en sevdiğim sanatçı

Dursun Kaplan
21.05.2008, 16:10
Fuat Saka üstadımız yaparsa en kraLını yapar.. ;)
Çıksında aLaLım..

macka61
23.05.2008, 12:34
çıktığı gün alıcam kaçar mı fuat abinin albümü

Nytre
23.05.2008, 13:06
bu sayfayi acan arkadasa tesekkur ediyorum her ne kadar kendisi forumdan uzaklastirilmissa da .

gercekten bu insanlar tarihtir bizim icin. tarihimizi de bilmek guzeldir gelecek icin.