PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Türk Tarihine Damgasını Vuranlar



Adem Erdoğan
25.06.2007, 15:02
Bu topiği açmamın sebebi geçmişte yaşamış ilim ve bilim adamlarımızın, mimarlarımızın, filozoflarımızın, vs.. biyografilerini ve eserlerini paylaşmak.Bilinmeyen yönlerini ele almaktır.

MİMAR SİNAN (1490-1588)

Kayseri’nin Ağırnas köyünde doğdu. Yavuz Sultan Selim zamanında devşirme olarak İstanbul’a getirildi. Zeki, genç ve dinamik olduğu için seçilenler arasındaydı. Sinan, At Meydanı’ndaki saraya verilen çocuklar içinde mimarlığa özendi, vatanın bağlarında ve bahçelerinde su yolları yapmak, kemerler meydana getirmek istedi. Devrinin mahir ustaları mahiyetinde han, çeşme ve türbe inşaatında çalıştı. 1514’te Çaldıran, 1517’de Mısır seferlerine katıldı. Kanunî Sultan Süleyman zamanında yeniçeri oldu ve 1521’de Belgrad, 1522’de Rodos seferinde bulunarak atlı sekban oldu. 1526’da katıldığı Mohaç Meydan Muharebesinden sonra sırası ile acemi oğlanlar yayabaşılığı, kapı yayabaşılığı ve zenberekçibaşılığa yükseldi.

1532’de Alman, 1534’de Tebriz ve Bağdat seferlerinden dönüşte “Haseki” rütbesi aldı. Bağdat seferinde Van Kalesi Muhasarasında, göl üzerinde nakliyat yapan kalyonlara top yerleştirdi.

Korfu, Pulya (1537) ve Moldovya (1538) seferlerine katılan Mimar Sinan, Moldovya (Kara Buğdan) seferinde Prut nehri üzerine onüç günde kurduğu köprü ile Kanunî Sultan Süleyman’ın takdirini kazandı. Aynı sene başmimarlığa yükseldi.

Mimar Sinan, katıldığı seferlerde Suriye, Mısır, Irak, İran, Balkanlar, Viyana’ya kadar Güney Avrupa’yı görüp mimari eserleri inceledi ve kendisi de birçok eser verdi. İstanbul’da devrin en meşhur mimarları ile Bayezid Camii’nin ustası Mimar Hayreddin ile tanıştı.



Bazı Eserleri
Sinan’ın mimarbaşılığa getirilmeden evvel yaptığı üç eser dikkat çekicidir. Bunlar Halep’de Hüsreviye Külliyesi, Gebze’de Çoban Mustafa Paşa Külliyesi ve İstanbul’da Hürrem Sultan için yapılan Haseki Külliyesi’dir.

Mimarbaşı olduktan sonra verdiği üç büyük eser, O’nun sanatının gelişmesini gösteren basamaklar gibidir. Bunların ilki, Şehzadebaşı Camii ve Külliyesidir. Külliyede ayrıca imaret, tabhane (mutfak), kervansaray ve bir sokak ile ayrılmış medrese bulunmaktadır.

Süleymaniye Camii, Mimar Sinan’ın İstanbul’daki en muhteşem eseridir. Yirmiyedi metre çapındaki büyük kubbe, zeminden itibaren tedricen yükselen binanın üzerine gayet nisbetli ve ahenkli bir şekilde oturtulmuştur. Sükûnet ve asaleti ifade eden bu sade ve ahenkli görünüşü ile Süleymaniye Camii, olgunlaşmış bir mimariyi temsil etmektedir.Sekiz ayrı binadan meydana gelen Süleymaniye Camii ve Külliyesi, Fatih’ten sonra şehrin ikinci üniversitesi olmuştur.

Mimar Sinan’ın en güzel eseri, seksen yaşında yaptığı Edirne Selimiye Camii’dir. Selimiye’nin kubbesi, Ayasofya kubbesinden daha yüksek ve derindir. 31,50 metre çapındaki kubbe, sekizgen şeklindeki gövde üzerine oturmuştur. Üç şerefeli ince minarelerine üç kişi aynı anda birbirini görmeden çıkabilmektedir.Sinan bu camiin ustalık eseri olduğunu ve bütün sanatını Selimiye’de gösterdiğini belirtmektedir.

Mimar Sinan, gördüğü bütün eserleri büyük bir dikkatle incelemiş, fakat hiçbirini aynen taklid etmeyip, sanatını devamlı geliştirmiş ve yenilemiştir. Eserlerindeki sütunlar, duvarlar ve diğer kısımlar taşıdıkları yüke mukavemet edebilecek miktardan daha kalın değildir. Kullandığı bütün mimari unsurlarda bu hesap dikkati çeker.

Mimar Sinan aynı zamanda bir şehircilik uzmanıdır. Yapacağı eserin, önce çevresini tanzim ederdi. Yer seçiminde de büyük başarı göstermiş ve eserlerini, çevresine en uygun tarzda yerleştirmiştir.

Bilinen eserleri: 84 camii, 53 mescid, 57 medrese, 7 darülkurra, 22 türbe, 17 imaret, 3 darüşşifa, 5 su yolu kemeri, 8 köprü, 20 kervansaray, 35 saray, 8 mahzen, 48 hamam olmak üzere 364 adettir.

Depreme Dayanıklı
Mimarın çok sayıdaki eserini inceleyenler, Sinan’ın depreme karşı bilinen ve gereken tüm tedbirleri aldığını söylemekteler.Bu tedbirlerden biri, temelde kullanılan taban harcıdır.Sadece Sinan’ın eserlerinde gördüğümüz bu harç sayesinde, deprem dalgaları emilir, etkisiz hale gelir. Yine yapıların yer seçimi de ilginç. Zeminin sağlamlaşması için kazıklarla toprağı sıkıştırmış dayanak duvarları inşa ettirmiş.Mesela Süleymaniye’nin temelini 6 yıl bekletmesi, temelin zemine tam olarak oturmasını sağlamak içindir.

Mimar Sinan, yapılarında ayrıca drenaj adı verilen bir kanalizasyon sistemi de kurmuştur.Drenaj sistemiyle yapının temellerinin sulardan ve nemden korunarak dayanıklı kalması öngörülmüştür. Ayrıca yapının içindeki rutubet ve nemi dışarı atarak soğuk ve sıcak hava dengelerini sağlayan hava kanalları kullanmış. Bunların dışında yazın suyun ve toprağın ısınmasından dolayı oluşan buharın, yapının temellerine ve içine girmemesi için tahliye kanalları kullanmıştır. Buhar tahliye ve rutubet kanalları drenaj kanallarına bağlı olarak uygulamaya konulmuştur.

İşte Sinan’ın eserlerini inceleyen ve birçoğunu da restore eden Mimar Abdülkadir Akpınar’ın söyledikleri:

“Karşılaştığım bir özellikten dolayı gözlerime inanamadım. Sinan’ın eserlerinde en ufak bir çıktı ve desen dahi tesadüf değil. Renklere bile bir fonksiyon yüklenmiş. Çünkü yapıyı herşeyi ile bir bütün olarak ele almış. Bütün ölçülerini ebced hesabına göre yapmış ve bir ana temayı temel almış. Ölçülerini asal sayıya göre yapmış ve onun katlarını baz almış. İlmini din ile bütünleştirip mükemmel eserler ortaya koymuş. Örneğin SinanKur’an-ı Kerim’de geçen “Biz dağları yeryüzüne çivi gibi gömdük...” ayetinden etkilenerek yapılarının yer altındaki kısmını ona göre inşa etmiş. Yapıları hislerine göre değil, matematiksel olarak oluşturmuş. Bugünün teknolojisi bile Sinan’ın yapmış olduğu bazı uygulamaları çözemiyor. Küresel ve piramidal uygulamalarının bir başka benzeri daha yok. Ama bunların hepsi estetik sağladığı gibi yapının sağlamlığını da pekiştirmiştir.

MİMAR SİNAN TÜRBESİ

Süleymaniye Camii 'nin eski ağalar kapısının karşı köşesinde, yol ayrımında üçgen bir alandadır. Önde som mermerden yapılmış bir sebil görülmektedir. Sebilin arkasındaki ufak mezerlıkta 6 sütunlu, üstü örtülü ve etrafı açık türbede Mimar Sinan'ın mezarı bulunmaktadır. Türbesini ölümünden az önce kendisi yapmıştır. 1933 yılında Mimar Vasfi Egeli tarafından restore edilmiştir. Sandukanın uçları ile üzerindeki burma kavuk, mermerdendir. Sokağa bakan demir parmaklıklı bir pencereden türbe görünür.


Kaynaklar:
1- Alimler ve Sanatkârlar, Ahmed Refik, Kültür Bak. Yay., 1980; 2- Rehber Ans. C. 12, Türkiye Gazetesi Yay.; 3- Aksiyon Derg. 15-21 Ocak 2000 sayısı Haşim Söylemez’in “Sinan Depremi Çözmüştü” başlıklı yazısı.

Tunga
25.06.2007, 15:46
Başlık yeniden hayata dönmüştür :)

antagonist
25.06.2007, 15:48
@fromTheRApBZONe

Bence bu başlıkta daha özel şeyler paylaşılmalı.Kişilerin sırf biyografileri değil de bilinmeyen yönleri ele alınsa daha güzel olur kanaatindeyim.

Adem Erdoğan
25.06.2007, 16:07
İstanbul devamlı bir su problemi içerisindedir. Bu problemin çaresi
asırlar
önce Kanuni zamanında, Mimar Sinan'ın günlerinde konuşulmuş ve en büyük
çare
Sinan'la bulunmuştur. İstanbul'un o günkü nüfusu çoğalınca Kanuni Sultan
Süleyman, Sinan'ı çağırır, der ki:
"Mimarbaşı, halkımız su ihtiyacı içinde. Bir at yükü suya çok miktar akçe
ödüyorlar. Acaba halkımızın bu su ihtiyacını karşılamak için birşeyler
düşünmez misiniz?"

Mimarbaşı der ki:

"Sultanım siz müsaade buyurun, ben İstanbul'un çevresini bir dolaşayım,
dışarıda mevcut sulan İstanbul'a getirmenin mümkün olup olmadığını bir
inceleyeyim ve ondan sonra size bir cevap veririm."

Ve Sinan Ağa atına biner, yanına yardımcılarını da alır, Çekmece'den
başlayarak kıyılan dolaşır, Beşiktaş'a kadar istanbul'un kıyılarında,
dereleri, akan sulan tespit eder. Bu suların önü örüldüğü, baraj yapıldığı

takdirde nereye kadar yükselir, nereden nereye kemer yapılarak İstanbul'a
getirilebilir, bunun günlerce hesabını yapar ve Kanuni'nin huzuruna çıkar.
Sultan sorar:

"Mimarbaşı, İstanbul'a su getirmek mümkün müdür?" Mimarbaşının cevabı:

"Beli sultanım, mümkündür. Ancak çok ağır bir şartı var."

"Nedir o mimarbaşı?"

"Sultanım, altın dolu keseleri uç uca dizmek şartıyla ancak İstanbul'a su
gelebilir."

Kanuni'nin cevabı şu olur:

"Mimarbaşı sen İstanbul'a su getirmenin mümkün olup olmadığını söyle. Eğer
mümkünse ben keseleri uç uca değil, yan yana dizmeye razıyım."

Bunun üzerine Mimar Sinan kolları sıvar ve İstanbul'un dışındaki sulan
Kağıthane civarında belli yerlerde toplar, oradan da dere içlerine büyük
geçitler yaparak İstanbul'a getirir ve şehrin belli meydanlarında umumi
çeşmeler yaparak suyu akıtır. Bu çeşmelerin tamamı da kırkı bulur. Ve Kırk

Çeşme suları akmaya başlar.

O güne gelinceye kadar, musluk gibi bir adet olmadığı için sular boşa akıp
gitmektedir. O gün çok pahalıya mal olan suyu artık bostanlara, yollara
akıtmak istemiyorlar ve ilk defa İstanbul'da lüle dedikleri musluğu
çeşmelere koyuyorlar.

Su böylesine pahalıya geldiği ve kıymet kazanmaya başladığı için Kanuni
bir
ferman çıkanr, der ki: "İstanbul meydanlarındaki umumi çeşmeler halkın
malıdır. Hiç kimse bu çeşmelerden gizlice yeraltından evine su
alamayacaktır."

Bu umumi kaidenin bir istisnasını da koyar Kanuni. O da özel olarak
Sinan'a
iletilir. Denir ki: "Sen İstanbul'a böylesine güzel bir çalışma sonunda
kırk
çeşme sularını getirdin. Sen evine özel olarak bir lüle su alabilirsin."

Ve Süleymaniye civarındaki meydan çeşmesinden Sinan'ın evine özel olarak
yol
yapılır ve su akıtılır. Böylece Mimar Sinan evinde özel suyu olan tek kişi
olur.

Mimar Sinan Şehzadebaşı Camiini, Süleymaniye Camiini ve Edirne'deki
Selimiye
Camiini yaptıktan -sonra yaşlanır. Devir hep öyle geçmemiştir. İtibarının
yüksekte olduğu devirde, kendisinin kıymetini takdir edenler bir bir bu
dünyadan göçmüşlerdir. Kanuni vefat etmiştir, yerine başka padişahlar
geçmiştir. Ve Sinan 99 yaşına gelmiştir. Çevresindeki dostları göçtüğü
için
de kendisi istanbul'da adeta yapayalnız kalmıştır. Ve yeni bir nesil
yetişmiştir.

Bir gün Sinan'ın kapısına birisi gelip dayanır. Kapıyı çalar. Sinan
bastonuna dayanarak kapıyı açar, "Buyurun" der.

Gelen meçhul ihsan, "Ben Topkapı Sarayı postacısıyım. Sizi divana
çağırıyorlar. Herhalde bir soruşturmaya tabi tutulacaksınız" der.

Sinan Ağa, bu ihtiyar halinde, dostlarının tümünün göçüp gittiği,
kendisini
eserleri inşaat halindeyken görenlerin kalmadığı bu ihtiyar dünyada,
"Acaba
Topkapı Sarayına niye çağırılıyorum?" diye bastonuna dayana dayana gider.

Saraya girer, orada bir soruşturma heyeti kurulmuştur: Kadılar, ulemalar,
müftüler, o günün vükelası. Sinan'a şöyle derler: "Sinan Ağa, hakkında
şikayet var. Eve su almak yasak olduğu, hiç kimse evine özel olarak su
almasın' diye padişah fermanı olduğu halde, sizin evinizde özel su
varmış."

"Evet," der, "Cihan Padişahı bana öyle özel olarak müsaade etmişti.
İstanbul'a yaptığım, su hizmetinden dolayı sadece benim şahsıma su müsaade

etmişti de almıştım."

"O zaman şu müsaadenizi, fermam görelim de ses çıkarmayalım. Kimseye
verilmemesine rağmen, sizinki devam etsin."

Sinan'ın cevabı şu: "Ben o zaman Cihan Padişahından ferman istemekten
hicap
etmiştim. Fermanım falan yok, ama su benim evimde akıyor."

Divan müşkül durumda kalır, konuşmalar olur: "Sinan büyük hizmetler
etmiştir, evinde suyu aksın." Oradan başkaları cevap verir: "Bu Âl-i
Osman'a
hizmet eden sadece Sinan mı? Sinan gibi daha nice hizmet edenler vardır.
Ya
onların da evine özel su verilsin, ya da Sinan'a da bu ayrıcalık
tanınmasın."

Divanda uzun münakaşalar olur, son olarak verilen karar şudur: "Sinan gibi

diğer hizmet edenlerin de evine su bağlanamayacağına göre, Sinan'a verilen
su kesilmeli, fakat şimdiye kadar kullandığı su fermansız kullandığı için
bir cezaya mucip olmamalıdır."

Ve bu karardan sonra Sinan evine gelir. Üzgün, bezgin, fakat fazla
müteessir
değil. Çünkü Sinan hizmetini Allah için yapmıştır. Kendisine bir ayrıcalık
tanınsın, özel bir mükafat verilsin diye değil.

Ve Sinan 100 yaşına girerken hastalanır yatağa düşer. Vefat sırasında bir
bezi suya batırıp da dudağına çalmak isterlerken bakarlar ki, evindeki
musluktan su akmıyor. İstanbul'a su getiren Sinan, susuz evde vefat eder.
Vefat sırasında bu olayı başında konuşanlara verdiği cevap enteresandır:

"Biz hizmetimizi dünyada bir bardak suya satacak kadar menfaat düşkünü
değiliz. Biz hizmetimizi Allah için yaptık ve mükafatını da ahirette
bekliyoruz. Dünyada evimize su verilmediği için müteessir değiliz."

antagonist
25.06.2007, 16:18
Kanuni'nin,kendisinden yardım isteyen Fransa Kralı Franko'ya cevabı:

Ben ki sultan-üs selatin ve burhan-ül havakıyn tac bahş-i hüsrevan-ı ruy-ı zemin, zıllulah-ı fil-arzeyn akdeniz'in ve rumeli'nin ve anadolu'nun ve karaman'ın ve rum'un ve vilayet- zülkadriye'nin ve diyarbekir'in ve azerbaycan'ın ve acem'in ve halep'in ve mısır'ın ve mekke ve medine'nin ve kudüs'ün ve külliyen diyar-ı arabınve yemen'in ve dahi bir çok memleketlerin ki aba-i kiram ve ecdat-ı izamım emerallahü berahinhüm kuvvet-i kahireleryle fethettikleri ve cenab-ı celalet-meabım dahi tig-ı ateşbar ve şemşir-i zafer-nigarım ile fetheylediğim nice diyarın sultanı ve padişahı sultan beyazıt han oğlu sultan selim han oğlu sultan süleyman han'ım. Sen ki Fransa Vilayetinin kralı Françesko'sun. dergah-ı selatin penahıma yarar ademin frankipan ile mektup gönderüp ve bazı ağız haberi dahi ısmarlayup memleketimiz düşman müsteli olup, el'an hapiste olduğunuzu ilam edüp halasınız hususunda bu canipten inayet-ü medet istida eylemişsiniz. her ne ki demiş iseniz benim paye-i serir-i alem-masirime arz olunup tamam malum oldu. imdi padişahlar sınmak ve haspolmak ayıp değildir. gönlünüzü hoş tutup azürde-hatır olmayasınız. öyle olsa bizim aba-ı kiram ve ecdad-ı izamımız nevveallahu merakidühüm daima def-i düşman ve feth-i memalik için seferden hali olmayup biz dahi anların tarikatına salik olup her zaman memleketler ve sa'b ve hasin kaleler fetheyleyüp gece gündüz atımız eyerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. hak sübhanahu teala hayırlar müyesser eyleyüp meşiyyet ve iradatı neye müteallik olmuş ise vücuda gele. baki ahval ve ahbar ne ise mezkur adem'nizden istintak olunup malumunuz ola şöyle bilesiniz...


Özetle:
Fransa'da isyan çıkmış, ihtilal olmuş, Alman İmparatorluğu'na esir düşmüş Fransız kralı; kral Francesko, günün süper gücü olan osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman'a mektup göndermiş; aman dilemiş "tacımı, tahtımı bana iade et, beni hapisten kurtar" demiş. işte, bu talebe kanunî sultan süleyman cevap vermiş: "Ben ki, Sultanı Selahaddin, burhanül havakin, tacı bahşı husravayı ruyi zemin, zillullahı fil arzeyn, Akdeniz'in ve Rumeli'nin vilayeti zülkadriye'nin, diyarbekir'in, azerbaycan'ın, acem'in ve halep'in, mısır'ın, mekke'nin ve medine'nin, kudüs'ün ve külliyen diyarı arap'ın ve yemen'in ve daha nice memleketlerin ki, ecdadım fethederek bize miras bıraktı. bütün bunların sultanı ve padişahı osman, orhan, murat, yıldırım beyazıt, sultan beyazıt han oğlu, sultan selim han oğlu, kanunî sultan süleyman hanım. Sen ki, fransa vilayetinin kralı Francesko'sun. Benden yardım istemişsin. Sana yardım edip, tahtını sana iade edeceğim."

Adem Erdoğan
25.06.2007, 16:29
kardeş özet kısmını üste yazsaydın keşke.anlamak için beynime kramplar girdi:D

antagonist
25.06.2007, 16:32
kardeş özet kısmını üste yazsaydın keşke.anlamak için beynime kramplar girdi:D

:D:D:D:):)

OYılmaz
25.06.2007, 17:18
http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/b/bc/Avicenna_Persian_Physician.jpg/180px-Avicenna_Persian_Physician.jpg (http://tr.wikipedia.org/wiki/Resim:Avicenna_Persian_Physician.jpg)

İbni Sina - (10.07.1036) </B>

Ailesi Belh'ten gelerek Buhara'ya yerleşmişti. İbni Sinâ, babası Abdullah, maliyeye ait bir görevle Afşan'dayken orada doğdu. Olağanüstü bir zekâ sahibi olduğu için daha 10 yaşındayken Kur‘an-ı Kerim'i ezberledi. 18 yaşında çağının bütün ilimlerini öğrendi. 57 yaşındayken Hemedan'da öldüğü zaman 150'den fazla eser bıraktı. Eserleri Latince’ye ve Almanca’ya çevrilmiş, tıp, kimya ve felsefe alanında Avrupa’ya ışık vermiştir. Onu Latinler “Avicenna” adıyla anarlar ve eski Yunan bilgi ve felsefesinin aktarıcısı olarak görürler.

İbni Sinâ, daha çocukluğunda, çevresini hayrete düşüren bir zekâ ve hafıza örneği göstermiştir. Küçük yaşta çağının bütün, ilimlerini öğrenmişti. Gündüz ve gece okumakla vakit geçirir, mum ışığında saatlerce, çoğu zaman sabahlara kadar çalışırdı. Pek az uyurdu.

Buhara Emiri Nuh İbni Mansur’u ağır bir hastalıktan kurtardı ve bu yüzden de Samanoğulları sarayının kütüphanesinde çalışma iznini aldı. Bu sayede pek çok eseri elinin altında bulduğu için vaktini kitap okumak ve yazmakla geçirdi. Hükümdar öldüğü zaman o, henüz yirmi yaşındaydı ve Buhârâ'dan ayrılarak Harzem'e gitti: EI-Bîrûni gibi büyük bir şöhret ve değerin, onun çalışkanlığına, bilgisine değer vermesi, kendisini yanına kabul etmesi, beraber çalışması, hakkında kıskançlığa yol açtı. Bu yüzden takibata bile uğradı. Harzem'de barınamayarak yeniden yollara düştü. Şehirden şehre dolaşarak nihayet Hemedan'a kadar geldi ve orada kalmaya karar verdi.

İbni Sînâ, çoğu fizik, astronomi ve felsefeyle ilgili olarak 150 civarında eser yazmıştı. Farsça olan birkaçı dışında bunların hepsi Arapça'dır. Çünkü o devirde ilim eserlerini Arap diliyle yazmak âdetti. Arapça'ya bu bakımdan değer verilirdi. Bilhassa tıp ilmine dair araştırmaları son derece orijinal ve doğrudur. Bu yüzden doğu ve batı hekimliğine kelimenin tam anlamıyla, 600 yıl, hükmetmiştir.
Eserleri Batı dillerine Latince yoluyla çevrilerek Avicenna diye şöhrete ulaşan İbni Sinâ, yanlış olarak bir süre Avrupa'da İranlı hekim ve filozof olarak tanınmıştır. Bunun da sebebi, eserlerini Türkçe yazmamış olmasındandır... Bununla beraber, batılılar da kendisini Hâkim-i Tıb, yani hekimlerin piri ve hükümdarı olarak kabul etmişlerdir. 16 yaşındayken pratik hekimliğe başlayan İbni Sinâ, resmî saray doktorluğu da yapmıştır.

Matematik, astronomi, geometri alanlarında geniş araştırmaları vardır. İbni Sînâ, tıp araştırmaları yaparken bazı hastalıkların bulaşmasında göze görünmeyen birtakım yaratıkların etkisi olduğunu, yani mikropların varlığını sezmiş ve bu bilinmeyen mahluklardan eserlerinde sık sık bahsetmiştir. Mikroskobun henüz bilinmediği bir devirde böyle bir yargıya varmak çok ilginçtir.
Şifa adlı eseri bir felsefe ansiklopedisidir. Diğer eserlerine gelince bunlar arasında en tanınmış olanlarından: el-Kanun fi’t-Tıb isimli kitabı tamamen bir tıp ansiklopedisidir. Necât ve İşârât adlı kitapları ve Aristo’nun felsefesini anlatan yirmi ciltlik Kitâbü’l-İnsâf’ı başta gelen eserlerindendir.İbni Sina kimya alanında da çalıştı ve önemli keşiflerde bulundu. Bu hususta Berthelet, kimya ilminin bugünkü hale gelmesinde İbni Sina’nın büyük yardımı olduğunu söyler.Bu çalışmaları ve etkileriyle İbni Sina Doğu ve Batı kültürünü geliştiren büyük bilginlerden biri oldu. Bütün bunlardan başka İbni Sina çok güzel şiirler yazdı. Hatta Türkçe olarak yazmış olduğu şiirler de vardır.

İbni Sina, 1037 tarihinde Hemedan’da mide hastalığından öldü.
İbn-i Sina’nın asıl büyüklüğü doktorluğundadır. Şifâ adındaki 18 ciltlik ansiklopedisi, ismine rağmen tıptan çok matematik, fizik, metafizik, teoloji, ekonomi, siyaset ve musiki konularını içine alır. Onun tıp şaheseri, kısaca Kanûn diye bilinen el-Kanûn Fi’t-Tıb adlı büyük kitabıdır. Eser, fizyoloji, hıfzıssıhha, tedavi ve farmakoloji bahislerine ayrılmıştır. Konular dikkatle incelendiğinde İbn-i Sina’nın bugünkü tıp için bile geçerli olan pek çok ileri görüşleri bulunduğunu; mesela mikroskop olmadığı halde, hastalıkların ‘mikrop’ mefhumuna benzer yaratıklarca meydana getirildiğini sezebildiğini görürüz.
İbn-i Sina’nın Kanûn adlı eseri XII. yüzyılda Latince’ye çevrildi ve Batı tıp aleminde bir patlama tesiri yaptı. Roma’nın Galen’i de, Er Razi’de ilimde eriştikleri tahtlarından indirildiler ve çağın Fransa’sının en meşhur tıp fakülteleri olan Montpellier ve Lauvain Üniversiteleri’nin temel kitabı Kanûn oldu. Durum XVII. yüzyılın ortalarına kadar böyle devam etti ve İbn-i Sina, 700 yıl Avrupa’nın tıp hocası oldu. Altı yüzyıl önce Paris Tıp Fakültesi’nin kütüphanesinde bulunan 9 ana kitabın en başında İbn-i Sina’nın Kanûn’u yer almıştır.
Bugün hala Paris Üniversitesi’nin tıp fakültesi öğrencileri St. Germain Bulvarı yanındaki büyük konferans salonunda toplandıklarında iki kişinin duvara asılı büyük boy portresiyle karşılaşırlar. Bu iki portre, İbn-i Sina ve er-Razi’ye aittir.

OYılmaz
25.06.2007, 18:06
Gerçi iBni sinanın Türkmü Arapmı olduğunu tam bilmiyorum ama :)
olsun Müslüman olması önemli ;)

Adem Erdoğan
26.06.2007, 03:07
Türk düşünce tarihinin büyük dehası gerçek bir halk filozofu, yalnız yaşadığı 13. yüzyılın değil bütün zamanların en büyük nüktecisi, Türk zekasını, mizah dehasının en önemli temsilcisi Nasreddin Hoca, hicri 605, miladı 1208 yılında Sivrihisar'ın Hortu köyünde doğmuştur. Bir çok doğu ve batı kaynaklarına göre babası Hortu köyünün imamı olan Abdullah efendi, annesi Sıdıka Hatun'dur. Hocamızın doğduğu Hortu köyü bu gün ''Nasreddin Hoca'' olarak isim değiştirmiştir. Yapılan incelemelerde Nasreddin Hoca'nın bu köyde 23 yaşına kadar yaşadığı, babasının medresesinde okuduğu, sonra Sivrihisar medresesini bitirdiğini görmekteyiz. Zamanına göre, Hoca ve ailesi kışın Sivrihisar'da oturmakta yazında bir yayla özelliği taşıyan gerçekten tabiatın bütün güzelliklerini koynunda saklayan Hortu Köyünde oturdukları görülmektedir. Hoca babasının ölümü üzerine bir müddet köyde imamalık yapmış, Sivrihisar'da vaizlik görevini üzerine almıştır. 23 yaşına kadar sürdürdüğü köy imamlığı ve vaizlik görevini Mehmet efendi adlı halefine devretmiştir. 1237 yılında Sultan 1. Alaaddin Keykubatin son saltanat devirlerinde Sivrihisar'daki yüksek öğrenimini tamamlayarak, Akşehir'e yerleşmiştir. O devirde önemli bir kültür merkezi olan Akşehir'de zamanın ünlü alimleri Seyyid Mahmut Hayrani ve Seyyid Hacı İbrahim Sultandan dersler almış ve Seyyid Mahmut Hayrani'ye intisap etmiştir. Akşehir'de uzun süre Müderrislik (Profesör) kadılık yapan o devirde Hoce Nasireddin adı ile anılan, zamanla halkın dilinde Hoca Nasreddin, Nasreddin Hoca şeklinde söylenen hocamız 1284 yılında Akşehir'de vefat etmiştir. Türbesi şehir mezarlığında bulunmaktadır. Yanları açık olan ev kapısında kocaman bir kilit bulunan hocanın kabri bu günde pek çok insan tarafından ziyaret edilmekte ve dünyada ''Kahkahalar Atılan'' tek kabir olma özelliğini korumaktadır. Hoca; Akşehir Gölü'ne çaldığı umut mayasıyla, Dünyanın Ortası'nı Akşehir'e taşıyan eşeğiyle, sert rüzgarlı Tekke Deresi'ne gerdirmek istediği hasırıyla Akşehir'e aittir. Akşehir ve Akşehirliler ise yüzyıllar boyunca Nasreddin Hoca'nın bıraktığı tarihi ve manevi mirasa sahip çıkmış ve korumuşlardır. Nasreddin Hoca, Akşehir'in her köşesinde varlığını sürdürmeye devam ediyor. Akşehir'de karşılaşacağınız insanlar, gözlerindeki ışıltı, yüzlerindeki gülümseme, tatlı bir aksanla süslü konuşmalarındaki esprileriyle size Nasreddin Hoca'nın torunlarıyla karşılaştığınızı kanıtlayacaktır. Nasreddin Hoca; sadece ülkemizde değil bütün dünyada tanınan ve bilinen, evrensel bir gülmece ustasıdır. Unesco 1996 yılını ''Dünya Nasreddin Hoca yılı'' olarak ilan etmiştir. ULUSLARARASI AKŞEHİR NASREDDİN HOCA ŞENLİKLERİ Ülkemizi ve insanımızı gerçek kültürü ile tanıtmak ve Nasreddin Hoca'nın kişiliğiyle bütünleşen gülmeceyi evrenselleştirmek amacıyla 1959 yılından beri her yıl 5 - 10 Temmuz tarihleri arasında bir şenlik düzenliyoruz; Akşehir Nasreddin Hoca Şenliği. 1974 yılında uluslararası boyut kazanan şenlik, mizah ağırlığı taşımakla beraber bilim, kültür ve sanatı temel almaktadır. Etkinlikler ve özellikle de yarışmalar, mizahın farklı alanlarını içerir. Özellikle mizahın evrensel dili olan karikatür önemli bir öğe olarak karşımıza çıkar. Şenlik süresince yerli ve yabancı konuklarla, Nasreddin Hoca'yı hatırlatan ve değerlendiren söyleşiler yapılır. Ayrıca kimi ulusal, kimi uluslararası boyutta; karikatür, gülmece, öykü, fotoğraf yarışmaları düzenlenir. Halk oyunları, konserler, tiyatro gösterileri, maçlar; karikatür, resim ve fotoğraf sergileri ise, kutlamaların vazgeçilmez renkleri olarak şenlik boyunca sürer. Kent merkezinde konukların ağırlanması, turistlerin kalabilmesi için oteller, misafirhaneler bulunur. Şenlikler sırasında gerek çevre il ve ilçelerden, gerekse Türkiye'nin başka yörelerinden, hatta yurtdışından binlerce kişi Akşehir'e gelir. Nasreddin Hoca'nın hikayelerindeki öğütler: Nasreddin Hoca'nın değeri, yaşadığı olaylarla değil, gerek kendisinin, gerek halkın onun ağzından söylediği gülmecelerdeki anlam, yergi ve alay öğelerinin inceliğiyle ölçülür. Onun olduğu ileri sürülen gülmecelerin incelenmesinden, bunlarda geçen sözcüklerin açıklanışından anlaşıldığına göre o, belli bir dönemin değil Anadolu halkının yaşama biçimini, güldürü öğesini, alay ve eğlenme türünü, övgü ve yergi becerisini dile getirmiştir. Onunla ilgili gülmeceleri oluşturan öğelerin odağı sevgi, yergi, övgü, alaya alma. Gülünç duruma düşürme, kendi kendiyle çelişkiye sürükleme, Şeriat'ın katılıkları karşısında çok ince ve iğneli bir söyleyişle yumuşaklığı yeğlemedir. O, bunları söylerken bilgin, bilgisiz, açıkgöz, uysal, vurdumduymaz, utangaç, atak, şaşkın, kurnaz, korkak, atılgan gibi çelişik niteliklere bürünür. Özellikle karşısındakinin durumuyla çelişki içinde bulunma, gülmecelerinin egemen öğesidir. Bu öğeler Anadolu insanının, belli olaylar karşısındaki tutumunu yansıtan, düşünce ürünlerini oluşturur. Nasreddin Hoca, halkın duygularını yansıtan, bir gülmece odağı olarak ortaya çıkarılır. Söyletilen kişi, söyletenin ağızını kullanır, böylece halk Nasreddin Hoca'nın diliyle kendi sesini duyurur. Nasreddin Hoca, bütün gülmecelerinde, soyut bir varlık olarak değil, yaşanmış, yaşanan bir olayla, bir olguyla bağlantılı bir biçimde ortaya çıkar. Olay karşısında duyulan tepkiyi ya da onayı gülmece türlerinden biriyle dile getirir. Tanık olduğu olaylar, genellikle, halk arasında geçer. Hoca soyluların, yüksek saray çevresinde bulunanların aralarına ya çok seyrek girer ya da hiç girmez. Sözgelişi onun tanıştığı söylenen Selçuklu sultanlarıyla ilgili gülmecesi yoktur. Timur'la ilgili ''hamam, Timur ve peştamal'' gülmecesi de, Timur'dan çok önce yaşadığı için, sonradan üretilmiştir. Halk beğenisi Hoca'yı Timur gibi çevresine korku salan bir imparatorun karşısına hamamda çıkarak, ''kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit'' türünden bir yergi yaratmıştır. Burada yerilen, dolaylı olarak, kendini toplumun, halkın üstünde gören saray insanlarıdır. Nasreddin Hoca gülmecelerinde dile gelen, onun kişiliğinde, halkın duygularını yansıtan başka bir özellik de eşeğin yeridir. Hoca eşeğinden ayrı düşünülemez, onun taşıtı, bineği olan eşek gerçekte bir yergi ve alay öğesidir. Anadolu insanının yarattığı gülmece ürünlerinde atın yeri yoktur denilebilir. Eşek, acıya, sıkıntıya, dayağa, açlığa katlanışın en yaygın simgesidir. Soyluların, sarayların çevresinde üretilmiş gülmecelerde eşek bulunmaz, oysa at geniş bir yer tutar. Bu konuda, başka bir çelişki sergilenir, güldürücü öğe yan yana getirilir. Bunu örneği de kendisinden eşeği isteyen köylüye, ''eşek evde yok'' deyince ahırda onun anırmasını duyan köylünün ''işte eşek ahırda'' diye diretmesi karşısında, Hocanın ''eşeğin sözüne mi inanacaksın benimkine mi'' demesidir. Onun gülmecelerinde, kaba sofuların ''ahret'' le ilgili inançları da önemli bir yer tutar. ''Fincancı Katırları'',''Ben Sağlığımda Hep Buradan Geçerdim'' başlıklı gülmeceler katı bir inanç karşısındaki duyguyu açığa vurur. Toplumda neye önem verildiğini anlatan ''Ye Kürküm Ye'' gülmecesi, Hoca'nın dilinde, halkın tepkisini gösterir.

Özkan
26.06.2007, 03:52
"Devşirmeler seni devşirmeden aklını başına devşir." diyen Bilge Tonyukuk ve Ay'daki kraterlerden üçüne adları verilen Ali Kuşçu, Nasîrü'd-dîn Tûsî ve Uluğ Beğ.

10 gün sonra ayrıntılı öykülerini yazarım.