Semih
09.04.2017, 00:28
(Selamlar, ne vakit Trabzonspor'u yazsam burada paylaşırdım bir zamanlar. Benim için nostaljik bir gün oldu. Bu metni de buraya bırakıp geçmişe bir selam edeyim istedim.)
Evdeyim. Trabzonspor'un maçına yarım saat var. Bir on yıl öncesi olsa yerimde duramayacağım dakikalar bunlar. Fakat yıllar içinde çok şeyler yaşanmış, köprünün altından türlü sular akmış. Ben Trabzonspor'u ve futbol seyirciliğini terk edeli dört yıl olmuş. Dört yıl süresince bir şampiyonlar ligi maçı dahi seyretmemişim. Bu maçı da seyretmemeye karar veriyorum.
Birkaç kitap alıyorum kitaplıktan, sayfaları karıştırıyorum. Akşam ne okuyacağıma karar vermeye çalışıyorum. Derken, telefon çalıyor. Arayan: Peder.
"Efendim baba?"
"Naber oğli?"
"İyidir baba, senden naber?"
"Yaz söylediklerimi Facebook'a. Şehrin eli silah tutan nüfusu stada gitti. Sokaklar bomboş. Olası bir terör saldırısında şehrin savunması kadınlara, çocuklara ve yaşlılara kaldı burada."
Gülüyoruz. Birkaç kelam daha ediyoruz, kapatıyoruz. Babamın neşesi ve heyecanı, şehir tasviri, beni yıllar öncesine götürüyor. Fatih Tekke, Gökdeniz Karadeniz, Yattara, Szymkowiaklı kadronun yılları. Teknik direktörümüz Şenol Güneş. Şampiyonluğa oynuyoruz. Ve ben, Trabzonspor'u ses tellerimi sevdiğim gibi seviyorum. Maça gitme fırsatı bulamamışım. Crazy İnternet adlı bir internet kafedeyim. Mekanın sahibi Can Abi ve ben maçı radyodan takip ediyoruz. Son dakikalar oynanıyor ve galip durumdayız. Fatih Tekke ceza sahası içinde düşürüldü diyor radyo spikeri, ve ekliyor: Hakem oyunu devam ettirdi. Can Abi ayaklanıyor. Radyoyu eline aldığı gibi duvara çalıyor, bir taraftan saçlarını yolarken, diğer taraftan görmediği o pozisyon için haykırıyor: "Habunun neresi faul değil la! Habunun neresi faul değil!"
Gönül insanıyım. Bu hatıraya hazırlıksız yakalanınca maçı seyretmeye karar veriyorum. Buluyorum bir mekan Üsküdar'da. Etrafım Beşiktaş taraftarlarıyla çevrili. Bir başımayım. Maç başlıyor. Golü yiyoruz. Şampiyon Beşiktaş sesleri. Takımın ayakları titriyor, oynayamıyoruz. Uzun yıllardır tek bir mağlubiyete aldırmamış, Trabzonspor'u umursamamış olan ben, gerildiğimi hissediyorum. Ayaklarım titriyor. Sigara yakıyorum. Hadi Trabzonum diyorum içimden, hadi be! Üçüncü, dördüncü sigara derken Okay'ın müthiş golü geliyor ve hayatımda ilk kez bir gol görmüşçesine fırlıyorum ayağa: Hıaaaaaaaaaaa! Hıaaaaaaaaaa! Hıaaaaaaaaaa!
Evet, gole tepkim bu. Beşiktaşlılar tuhaf tuhaf yüzüme bakıyorlar, arkadan birkaç lakırdı işitiyorum: "Oğlum bunların hepsi manyak herhalde. Böyle gol sevinci mi olur lan! Hahahah!"
Haklılar. Çünkü bilmiyorlar. Bilmiyorlar ki o sevinç, o hırs, yaşanmak için dört küsur yıl içimde beklemiş, büyümüş, dallanıp budaklanmıştır. Sevinmemişimdir aslında, baştan aşağıya sevinç kesilmişimdir. Oturuyorum sonra. Sonra oturamıyorum, kalkıyorum. Abi otursana maç izleyelim diyorlar. Ne yapsam bilemiyorum. Çıkıyorum mekandan. Sahile iniyorum. Aklımda İstanbul'a geldiğim yıllar. Alanzinho'nun Galatasaray'a attığı golü karşıda, Tophane'de izlemiştim. Gözlerim Tophane'den Beşiktaş'a yürüyor. Fenerbahçe'yi yenip Türkiye Kupası'nı aldığımız maça gidiyor aklım. Beşiktaş'ta izlemiştim. Ertesi yıl şampiyon olacağımızı fakat şampiyonluğumuza el konulacağını, türlü rezaletlerle, türlü aşağılık insanlarla ve onların türlü pislikleriyle yüzleşeceğimizi henüz bilmediğim vakitlerdi onlar. Çocuktum ve inanıyordum, bir gün şampiyonluk görecektim...
Üsküdar sahili kesmiyor, vapura biniyorum sonra. Elimde telefon internette gezinirken, maçtan önceki koreografiye rastlıyorum: Dozer Gibi Oyna - Kazım gibi Sev. Beşiktaş'taki Kabalcı Kitabevi'nin henüz kapanmadığı yıllardı. Dersten çıkmıştım. Bir iki kitap bakmak için Kabalcı'ya uğramıştım. Param yoktu o ara, almayacaktım, bir sonraki haftanın kitap listesini hazırlıyordum. Derken Kazım Koyuncu Belgeseli'ne rastlamış, duramamış almıştım. Otobüse verecek param kalmadığı için de Beşiktaş'tan Aksaray'a, yani o yıllarda oturduğum eve yürümüştüm. Ah be Kazım Abi, diye düşündüm. Şampiyon olacaktık. Kupayı alıp senin mezarına götürecektik. Fakat bırakmadılar.
Vapur Beşiktaş'a varıyor. İniyorum. Yeniden mekan aramaya başlıyorum. Her yer Beşiktaş formalarıyla dolu. Her yerde onların gürültüsü. Katlanamıyorum. Takıyorum kulaklığı kulağıma, açıyorum o olağanüstü marşı: Biz Dar Sokaklarında!
"Biz dar sokaklarında, dinmeyen yağmurunda"
Dar sokaklarında. Pazarkapı'da. Yıl olsun olsun, 1998. Sırtımda Vestel göğüs reklamlı Şota forması var. Çubuklu forma. Henüz futbol nedir bilmiyorum. Trabzonspor nedir, hiçbir fikrim yok. Fakat top ayağımdayken sırtımda Şota forması olduğu halde kurduğum cümleler hep aynı: "Hami gidiyooor! Hami gidiyooor! Bir çalııım, bir çalım dahaaa, bir çalım dahaa, Hami kaleciyle karşı karşıyaaaa, Hamii, Hamii, Hamiiii, füzeeeeeeeeeeeeee! Gooooooooooool!"
Bir mahalle maçı bu. Mahallemin adına gol atıyorum. Yağmurun altında İbrahim Abi, Bülent, Levent, Mesut, ben birbirimize sarılıyoruz. İbrahim Abi daha sakin. Böcük'ü tutun diyor, maçı almamız lazım. Böcük, Sefa'ya taktığımız lakap. İyi topçu Sefa. Diğer mahallenin kaptanı.
"Kendimizi bulduk, rengine tutulduk"
Amcamın oğlunun düğünü. Fakat aynı saatte Trabzonspor'un Dinamo Kiev maçı var. Düğüne gömleğimin altında Trabzonspor formasıyla gelmişim, kimsenin haberi yok. Bir tarafa televizyon kuruluyor. Düğünün erkekleri olarak maçı izlemeye kuruluyoruz. Kadınlar, ve amcamın talihsiz oğlu göbek atıyorlar. Trabzonspor olağanüstü oynuyor fakat bir türlü gol gelmiyor. Elim formamın arması üzerinde. Golü bekliyorum. Tanımadığım bir adam haykırıyor: "Ula çimleri yiycoğum atun hau golü artık da!"
"Aşık olduk biz sana!"
Aşık olduk. Sevgilimizi Trabzonspor - Sakaryaspor maçına götürdük. Bir köşede oturmuş maçı seyrediyoruz. Takım muhteşem. Skor 4-0. Keyfime diyecek yok. Fakat az ötede o yılların taraftar grubu Çılgınlar türlü marşlar söylüyorlar, türlü tezahüratlar ediyorlar ve ben katılamıyorum. Aklım orada. Gitmem gerek. Çok sürmüyor, ben iki dakika şuraya gidip geleyim diyorum kızcağıza. Kot montumu çıkarıp ona bırakıyorum. Forma üzerimde. Atkıyı bağlıyorum. Söylenen marşa eşlik ede ede Çılgınlar'a doğru koşuyorum: "İlk görüşte sevgilim olduuuun, sensiz bu hayat olmaz olsuuuun!"
"Günleri tükettik, ömrümüzü verdik, Bordo Mavi uğruna!"
Sadri Şener'in ilk başkanlık yılları. Şampiyonluk havası var takımda. İkinci yarı için bir yıldız transferi gerekiyor. Sömestr tatili, Trabzon'dayım ben de. Alanzinho isimli bir futbolcuyla anlaştığımız haberleri dolaşıyor şehirde. Derken öğreniyoruz ki o gece şehre inecekmiş yeni futbolcumuz. Çocukları toparlıyorum. Gecenin ikisi. Alanzinho'yu karşılamaya havaalanına gideceğiz. Gidiyoruz da. Etraf kalabalık. Saatlerce bekliyoruz. Kar soğuğu var. Sonra uçaktan bir futbolcu iniyor, boyu benden kısa. Yanımdaki adam gülüyor: "La İsiyin (Hüseyin), anam nenem olsun (elini yere otuz cm kadar yaklaştırarak) habu gada bişe!"
"Sen hayatımda anlam, sen bu hayatta kavgam!"
Beşiktaş'ta, Barbaros Bulvarı'nda yürüyorum. Tarih 3 Temmuz 2011. Yanımdan geçenler, Aziz Yıldırım'ı içeri almışlar gibi lakırdılar ediyorlar. Kuzenimi arıyorum: Oğlum ne ayak? Doğru mu duyduklarım?! Doğru diyor. Şikeden almışlar Aziz Yıldırım'ı. Görmem lazım, görmeden olmaz. Dalıyorum bir kıraathaneye. Herkesin gündemi bu. Televizyon izliyorlar. İçimde tükenmez bir hırs, gözlerimde hırs yaşları, Aziz Yıldırım'ın polis aracına bindirilişini izliyorum. Aklıma lise çağlarım geliyor. Bir mağlubiyet sonrası evde ortalığı yıkıyorum, annem şaşkın gözlerle beni takip ediyor: "Hırsız bunlar! Şerefsiz, alçak herifler bunlar! Görmen lazım anne Fatih Tekke'yi biçtiler, penaltı vermedi. Golleri ofsayttı çalmadı! Pozisyonumuzu elle kestiler, yine penaltımızı vermedi! Hakemle aldılar maçı! Şike yaptılar! Allah bunların belasını versin!". Oğlum diyor annem, bela okuma, gelir seni bulur. Ya diyorum, ne beni bulması anne, Fenerbahçe nefreti imanın şartlarındandır!
"Sensin sen dünümde, sensin bugünümde, sensin yarınımda sen."
Yaşım otuza dayanmış. İstanbul'dayım. Şampiyonluk görmüş fakat sevincini yaşayamamış bir Trabzonsporlu, küskün bir futbol seyircisiyim. Marş dinleyerek Trabzonspor'un maçını seyrediyorum. Aklım bir maça gidiyor, bir de hatıralara. Maçı 1-0'dan 3-2'ye getirmişiz. Çocuklar harika, Dozer gibi oynuyorlar. Sonra 4-3 oldu yenildik. Ziyanı yok. Nasılsa biz de Kazım gibi seviyoruz.
Evdeyim. Trabzonspor'un maçına yarım saat var. Bir on yıl öncesi olsa yerimde duramayacağım dakikalar bunlar. Fakat yıllar içinde çok şeyler yaşanmış, köprünün altından türlü sular akmış. Ben Trabzonspor'u ve futbol seyirciliğini terk edeli dört yıl olmuş. Dört yıl süresince bir şampiyonlar ligi maçı dahi seyretmemişim. Bu maçı da seyretmemeye karar veriyorum.
Birkaç kitap alıyorum kitaplıktan, sayfaları karıştırıyorum. Akşam ne okuyacağıma karar vermeye çalışıyorum. Derken, telefon çalıyor. Arayan: Peder.
"Efendim baba?"
"Naber oğli?"
"İyidir baba, senden naber?"
"Yaz söylediklerimi Facebook'a. Şehrin eli silah tutan nüfusu stada gitti. Sokaklar bomboş. Olası bir terör saldırısında şehrin savunması kadınlara, çocuklara ve yaşlılara kaldı burada."
Gülüyoruz. Birkaç kelam daha ediyoruz, kapatıyoruz. Babamın neşesi ve heyecanı, şehir tasviri, beni yıllar öncesine götürüyor. Fatih Tekke, Gökdeniz Karadeniz, Yattara, Szymkowiaklı kadronun yılları. Teknik direktörümüz Şenol Güneş. Şampiyonluğa oynuyoruz. Ve ben, Trabzonspor'u ses tellerimi sevdiğim gibi seviyorum. Maça gitme fırsatı bulamamışım. Crazy İnternet adlı bir internet kafedeyim. Mekanın sahibi Can Abi ve ben maçı radyodan takip ediyoruz. Son dakikalar oynanıyor ve galip durumdayız. Fatih Tekke ceza sahası içinde düşürüldü diyor radyo spikeri, ve ekliyor: Hakem oyunu devam ettirdi. Can Abi ayaklanıyor. Radyoyu eline aldığı gibi duvara çalıyor, bir taraftan saçlarını yolarken, diğer taraftan görmediği o pozisyon için haykırıyor: "Habunun neresi faul değil la! Habunun neresi faul değil!"
Gönül insanıyım. Bu hatıraya hazırlıksız yakalanınca maçı seyretmeye karar veriyorum. Buluyorum bir mekan Üsküdar'da. Etrafım Beşiktaş taraftarlarıyla çevrili. Bir başımayım. Maç başlıyor. Golü yiyoruz. Şampiyon Beşiktaş sesleri. Takımın ayakları titriyor, oynayamıyoruz. Uzun yıllardır tek bir mağlubiyete aldırmamış, Trabzonspor'u umursamamış olan ben, gerildiğimi hissediyorum. Ayaklarım titriyor. Sigara yakıyorum. Hadi Trabzonum diyorum içimden, hadi be! Üçüncü, dördüncü sigara derken Okay'ın müthiş golü geliyor ve hayatımda ilk kez bir gol görmüşçesine fırlıyorum ayağa: Hıaaaaaaaaaaa! Hıaaaaaaaaaa! Hıaaaaaaaaaa!
Evet, gole tepkim bu. Beşiktaşlılar tuhaf tuhaf yüzüme bakıyorlar, arkadan birkaç lakırdı işitiyorum: "Oğlum bunların hepsi manyak herhalde. Böyle gol sevinci mi olur lan! Hahahah!"
Haklılar. Çünkü bilmiyorlar. Bilmiyorlar ki o sevinç, o hırs, yaşanmak için dört küsur yıl içimde beklemiş, büyümüş, dallanıp budaklanmıştır. Sevinmemişimdir aslında, baştan aşağıya sevinç kesilmişimdir. Oturuyorum sonra. Sonra oturamıyorum, kalkıyorum. Abi otursana maç izleyelim diyorlar. Ne yapsam bilemiyorum. Çıkıyorum mekandan. Sahile iniyorum. Aklımda İstanbul'a geldiğim yıllar. Alanzinho'nun Galatasaray'a attığı golü karşıda, Tophane'de izlemiştim. Gözlerim Tophane'den Beşiktaş'a yürüyor. Fenerbahçe'yi yenip Türkiye Kupası'nı aldığımız maça gidiyor aklım. Beşiktaş'ta izlemiştim. Ertesi yıl şampiyon olacağımızı fakat şampiyonluğumuza el konulacağını, türlü rezaletlerle, türlü aşağılık insanlarla ve onların türlü pislikleriyle yüzleşeceğimizi henüz bilmediğim vakitlerdi onlar. Çocuktum ve inanıyordum, bir gün şampiyonluk görecektim...
Üsküdar sahili kesmiyor, vapura biniyorum sonra. Elimde telefon internette gezinirken, maçtan önceki koreografiye rastlıyorum: Dozer Gibi Oyna - Kazım gibi Sev. Beşiktaş'taki Kabalcı Kitabevi'nin henüz kapanmadığı yıllardı. Dersten çıkmıştım. Bir iki kitap bakmak için Kabalcı'ya uğramıştım. Param yoktu o ara, almayacaktım, bir sonraki haftanın kitap listesini hazırlıyordum. Derken Kazım Koyuncu Belgeseli'ne rastlamış, duramamış almıştım. Otobüse verecek param kalmadığı için de Beşiktaş'tan Aksaray'a, yani o yıllarda oturduğum eve yürümüştüm. Ah be Kazım Abi, diye düşündüm. Şampiyon olacaktık. Kupayı alıp senin mezarına götürecektik. Fakat bırakmadılar.
Vapur Beşiktaş'a varıyor. İniyorum. Yeniden mekan aramaya başlıyorum. Her yer Beşiktaş formalarıyla dolu. Her yerde onların gürültüsü. Katlanamıyorum. Takıyorum kulaklığı kulağıma, açıyorum o olağanüstü marşı: Biz Dar Sokaklarında!
"Biz dar sokaklarında, dinmeyen yağmurunda"
Dar sokaklarında. Pazarkapı'da. Yıl olsun olsun, 1998. Sırtımda Vestel göğüs reklamlı Şota forması var. Çubuklu forma. Henüz futbol nedir bilmiyorum. Trabzonspor nedir, hiçbir fikrim yok. Fakat top ayağımdayken sırtımda Şota forması olduğu halde kurduğum cümleler hep aynı: "Hami gidiyooor! Hami gidiyooor! Bir çalııım, bir çalım dahaaa, bir çalım dahaa, Hami kaleciyle karşı karşıyaaaa, Hamii, Hamii, Hamiiii, füzeeeeeeeeeeeeee! Gooooooooooool!"
Bir mahalle maçı bu. Mahallemin adına gol atıyorum. Yağmurun altında İbrahim Abi, Bülent, Levent, Mesut, ben birbirimize sarılıyoruz. İbrahim Abi daha sakin. Böcük'ü tutun diyor, maçı almamız lazım. Böcük, Sefa'ya taktığımız lakap. İyi topçu Sefa. Diğer mahallenin kaptanı.
"Kendimizi bulduk, rengine tutulduk"
Amcamın oğlunun düğünü. Fakat aynı saatte Trabzonspor'un Dinamo Kiev maçı var. Düğüne gömleğimin altında Trabzonspor formasıyla gelmişim, kimsenin haberi yok. Bir tarafa televizyon kuruluyor. Düğünün erkekleri olarak maçı izlemeye kuruluyoruz. Kadınlar, ve amcamın talihsiz oğlu göbek atıyorlar. Trabzonspor olağanüstü oynuyor fakat bir türlü gol gelmiyor. Elim formamın arması üzerinde. Golü bekliyorum. Tanımadığım bir adam haykırıyor: "Ula çimleri yiycoğum atun hau golü artık da!"
"Aşık olduk biz sana!"
Aşık olduk. Sevgilimizi Trabzonspor - Sakaryaspor maçına götürdük. Bir köşede oturmuş maçı seyrediyoruz. Takım muhteşem. Skor 4-0. Keyfime diyecek yok. Fakat az ötede o yılların taraftar grubu Çılgınlar türlü marşlar söylüyorlar, türlü tezahüratlar ediyorlar ve ben katılamıyorum. Aklım orada. Gitmem gerek. Çok sürmüyor, ben iki dakika şuraya gidip geleyim diyorum kızcağıza. Kot montumu çıkarıp ona bırakıyorum. Forma üzerimde. Atkıyı bağlıyorum. Söylenen marşa eşlik ede ede Çılgınlar'a doğru koşuyorum: "İlk görüşte sevgilim olduuuun, sensiz bu hayat olmaz olsuuuun!"
"Günleri tükettik, ömrümüzü verdik, Bordo Mavi uğruna!"
Sadri Şener'in ilk başkanlık yılları. Şampiyonluk havası var takımda. İkinci yarı için bir yıldız transferi gerekiyor. Sömestr tatili, Trabzon'dayım ben de. Alanzinho isimli bir futbolcuyla anlaştığımız haberleri dolaşıyor şehirde. Derken öğreniyoruz ki o gece şehre inecekmiş yeni futbolcumuz. Çocukları toparlıyorum. Gecenin ikisi. Alanzinho'yu karşılamaya havaalanına gideceğiz. Gidiyoruz da. Etraf kalabalık. Saatlerce bekliyoruz. Kar soğuğu var. Sonra uçaktan bir futbolcu iniyor, boyu benden kısa. Yanımdaki adam gülüyor: "La İsiyin (Hüseyin), anam nenem olsun (elini yere otuz cm kadar yaklaştırarak) habu gada bişe!"
"Sen hayatımda anlam, sen bu hayatta kavgam!"
Beşiktaş'ta, Barbaros Bulvarı'nda yürüyorum. Tarih 3 Temmuz 2011. Yanımdan geçenler, Aziz Yıldırım'ı içeri almışlar gibi lakırdılar ediyorlar. Kuzenimi arıyorum: Oğlum ne ayak? Doğru mu duyduklarım?! Doğru diyor. Şikeden almışlar Aziz Yıldırım'ı. Görmem lazım, görmeden olmaz. Dalıyorum bir kıraathaneye. Herkesin gündemi bu. Televizyon izliyorlar. İçimde tükenmez bir hırs, gözlerimde hırs yaşları, Aziz Yıldırım'ın polis aracına bindirilişini izliyorum. Aklıma lise çağlarım geliyor. Bir mağlubiyet sonrası evde ortalığı yıkıyorum, annem şaşkın gözlerle beni takip ediyor: "Hırsız bunlar! Şerefsiz, alçak herifler bunlar! Görmen lazım anne Fatih Tekke'yi biçtiler, penaltı vermedi. Golleri ofsayttı çalmadı! Pozisyonumuzu elle kestiler, yine penaltımızı vermedi! Hakemle aldılar maçı! Şike yaptılar! Allah bunların belasını versin!". Oğlum diyor annem, bela okuma, gelir seni bulur. Ya diyorum, ne beni bulması anne, Fenerbahçe nefreti imanın şartlarındandır!
"Sensin sen dünümde, sensin bugünümde, sensin yarınımda sen."
Yaşım otuza dayanmış. İstanbul'dayım. Şampiyonluk görmüş fakat sevincini yaşayamamış bir Trabzonsporlu, küskün bir futbol seyircisiyim. Marş dinleyerek Trabzonspor'un maçını seyrediyorum. Aklım bir maça gidiyor, bir de hatıralara. Maçı 1-0'dan 3-2'ye getirmişiz. Çocuklar harika, Dozer gibi oynuyorlar. Sonra 4-3 oldu yenildik. Ziyanı yok. Nasılsa biz de Kazım gibi seviyoruz.