Arrive
28.06.2013, 18:24
Size hatırladığınız ilk anınızı sorsam ne anlatırdınız bana?
Kimimiz beş yaşında, kimimiz altı yaşında başlarız hayata...
Komşumuzun kızı Büşra'nın eski bir boya kutusuyla eğleniyor olmasının çok kayda değer bir anı olduğunu sanmıyorum. Fakat belki hatırladığım ikinci anımı sizinle paylaşmama izin verirsiniz.
Hiç unutmam, bir akşam rahmetli anneannemlerde misafiriz. Öyle güzel yaprak sarması yapar ki üzüm bağından... Lahanayı pek bilmezler buralarda. Sarmalar geldi gitti derken, babam gel Eray diye seslendi bir anda, annem babam ve ben bir odaya geçtik. Nedenini düşünemeyecek kadar bihaberdim dünyadan. Duvardan duvara kahverengi bir vitrin, kolları ahşaptan koltuk, doksanlı yılların vazgeçilmezi açık mavi renkte duvarlar, oturduk öylece. İnsan biraz anlatır, biraz altyapı oluşturur yahu, babam edebiyattan ve psikolojiden hiç nasibini almamış anlaşılan, bir anda yapıştırdı cümleyi “Trabzonsporu tutuyorsun tamam mı!”. Annem boş mu duracaktı?
“Hayır Fenerbahçelisin”
“Hayır Fenerbahçe asla olmaz, Trabzonsporlusun”
“Ya Mustafa niye böyle yapıyorsun”
“Erkek adam Trabzonsporludur tamam mı oğlum”
Trabzonspor nedir, Fenerbahçe nedir, nasıl tutulur, tutunca ne olur, riskleri nedir, risk analizi yapılmış mıdır... Hiç sorguladığımı sanmıyorum, sebebini bilmeden Trabzonspor dedim. Babamın sevincini, annemin üzüntüsünü çok iyi hatırlıyorum...
1968 yılında Trabzon'dan Ankara'ya taşınan, 80'li yılların başında da Afyonkarahisar'ın ilçesi olan Emirdağ'a yerleşen bir babanın oğluyum. Toprağından, değerlerinden bu denli uzakta olan ve 95-96 yılındaki faciayı yaşayan bir baba... Trabzonspor'un üst kimliğime ilk defa altın harflerle yazıldığı tarihi, babam ve annemin beni bir telaşla odaya götürüp gönüllerindeki renklerle tanıştırdıkları tarihi tahmin etmek hiç de zor değil. 19 Mayıs 1996, yani ligin son maçının akşamı...
20 Mayıs akşamında ilçemizin meşhur giyim mağazası Orhan Giyim'e götürdü kolumdan tutup babam. Çok heyecanlıydım fakat neden o kadar heyecanlı olduğumdan haberim yoktu. Bir ritüel yaşıyorduk sanki.
“Orhan Abi Trabzonspor forması var mı bizim delikanlıya göre?” dedi babam. Merdiven altı üretim bir forma aldık, artık giyemeyeceğim derecede küçük kalana kadar da çıkarmadım üzerimden.
Gazetelerin arka sayfalarında Trabzonspor haberi bulup okuma yazmamı pekiştirirdim. Ayda bir iki defa alınan spor gazetesinden Trabzonspor sayfasını bulur, Hüseyin ve Nurettin'in önünde açar, göğsümü gere gere bakardım.
Mahalle maçlarında Hami olur gol atardım. Atariler vardı, “Soccer” vardı, yine yeniden Hami oldum gol attım. Campbell'in gelişinden hiç bahsetmiyorum. Bütün mahalledeki Fenerbahçeli, Galatasaraylı, Beşiktaşlı çocuklar Campbell oldu. Kalecisi de Campbell, defansı da Campbell. Sonra Mehmet Ali Başkanın söylediğine göre futbolcu değilmiş o adam, yamyammış galiba, anlam veremedik, yine Hami oldum. Ara sıra babam Dozer Cemil, Dobi Hasan, Ali Kemal falan derdi ama gazetedeki haberlerde onlar hiç yoktu. Ne zaman Trabzonspordan açılsa konu, “Kalede Panter Şenol hatır dinlemez hatır” derdi bir de. Kimdi abi bu Panter Şenol? Yarı insan yarı panter miydi nasıl birşeydi? Hiç araştırmadım, siyah Grundig televizyonumuzun teletexinde zaten arama motoru da yoktu...
Çevremde Trabzonspor'u tutan kişi sayısı neredeyse sıfırdı. Kendimi çok farklı hissediyordum. “Gerçek taraftar sensin” derdi babam. Öyle ki, akrabalarımıza benden bahsederken ilk olarak Trabzonspor'u söylüyordu.
Çocukluk yıllarımda iki kere geldik Karadenizin asi şehrine, kurban olduğum memleketime. 1997 yılının yaz aylarıydı. Bir taksiye bindik, kocaman bir binanın önünde indik. Birsürü insan vardı Trabzonspor formalı. Biryerlerden geçtik içeri girdik, ilk defa karşılaştığım kocaman yemyeşil bir saha, binlerce insan. Aman Allahım, ne arıyor bu kadar insan burada. Burası neresi! Hayatımın en büyük sürpriziydi, babam hiç bahsetmemişti maça gideceğimizi! Bir Antalyaspor maçı ve tribünde tam 30bin kişi... Eve geldiğimizde bütün televizyonlar 30bin kişiden bahsediyordu. Ne hazindir ki maç 2-2 bitince, Hüseyin Avni Abi beni boynu bükük uğurlamıştı evime.
2000 yılında geldik bir de, o zaman da kocaman bir bayrak sallıyordum tribünde. Bursaspor maçı, son dakikalarda serbest vuruştan yediğimiz güzel bir gol ama 2-1 yenmiştik. Bir daha da Avni Akerin havasını solumak nasip olmadı.
2005 yılında lisemizin Suriye'ye yapacağı geziyi iptal ettirip yalvar yakar Trabzon gezisi haline getirdim o aktiviteyi. Gezi iptal olmasın diye ulaşım aracını bile babam ayarladı. Şehre geldiğimizde kocaman bir afiş hatırlıyorum sokakta, bir evden diğerine gerdirilmiş. Gri tonlarda, “Fener'in İki Yüzü / Başroller : Cem Papila, Levent Bıçakçı, Aziz Yıldırım”... Öyle bozulmuştu ki Fenerbahçeli sınıf arkadaşlarım...
Hayatım boyunca birçok farklı yerde okudum. Her gittiğim sınıfta baktığım ilk iki şey, sınıftaki güzel kız sayısı ve Trabzonspor'u tutan öğrenci sayısı oldu. İkisinde de hüsran yaşadım yıllarca. Sokakta gördüğüm adamın mavi gömlek üzerine taktığı bordo kravatı görünce heyecanlandım, Trabzon Ekmeği tabelalarındaki bordomavi renkleri görünce heyecanlandım, batan güneşin kırmızısıyla gökyüzünün mavisi dansederken heyecanlandım. Fakat hiç şampiyon olmuş gibi heyecanlanamadım...
Nasıl bir duygudur bilmiyorum. Burada her Mayıs ayında sevinen insanlar oluyor. Anlam veremiyorum. İstanbul'daki bir takımın şampiyonluğuna Afyonkarahisar, Eskişehir neden sevinir ki, neden sokaklara dökülür ki? Kutlanan nedir ki? Tabiri caizse uçak dolusu parayla çok defa kapalı kapılar ardından yönetilen klüplerin sahadaki kamyon dolusu paraya oynayan futbolcularının şampiyon olması, neden sıradışı birşeymişcesine sabahlara kadar kutlanır ki? Öylesine paralar, lobiler ve imkanlarla, gariban Anadolu takımlarına üstünlük kurup ligi önde bitirmek nasıl bir başarı öyküsüdür ki? Anlayamadım, anlayamıyorum, anlayamayacağım...
24 yaşımdayım. Uzaktan sevdim ben Trabzonspor'u. Platonikti bendeki biraz, bir kere görmek bir ömre bedeldi. Binlerce renktaşımla tribünde tezahürat etmek nedir bilmem, maç öncesi bir kahvede toplanıp son sigaraları da söndürüp Avni Aker'e doğru omuz omuza yürümeyi bilmem, bordo dediğimde karşıdan mavi diye bağırmazlar burada. Hem futbolcularımızla fotoğraflarım da yoktur, maç günü şehir bordo maviye nasıl boyanır bilmem, Trabzonspor galibiyeti sonrası çalınan kornaları bilmem, bilmem oğlu bilmem...
Fakat Trabzonspor'u tutmak nedir iyi bilirim. Şair Ceketli Çocuğun da dediği gibi, ayrıcalıklı ve elitist bir durumdur, en güçlülere karşı koyan ve herkesi yenen hayali kahramanın kanatları altında olmaktır.
Biz, Safinaz'ı çalan Kabasakala karşı Temel Reis'i destekleyen çocuğun heyecanıyla destekledik Trabzonsporu, prensesi çalan ejderhaya karşı Mario olduk, Bizans'a karşı Malkoçoğlu olduk, yalnız olduk, bir başımıza olduk, fakat hep yükseklerde uçtuk, hep efsane olduk, hep tarih yazdık.
Yine bir Mayıs akşamı, bu kez Ünallar Jajaydı, Hamiler Umut, Şotalar Buraktı. Tolunaylar Selçukken, Orhanlar Engindi. Nihat vardı mesela, şimdi Onur diye sesleniyorlar ona. Bedenleri farklı ama ruhlar hep aynı. Arkalarında da Panter Şenol... “Oynayın! Dik oynayın!” diye bağırıyordu. Oynadılar hocam, arş-ı ala altında hayat bulan bütün varlıklar şahit olsun ki dik oynadılar.
Bu topraklarda adalet olmadığından bahsetmemişti kimse bana hiç. Biz şampiyon olursak kupa verilmez dememişti beni Trabzonsporla tanıştırırken babam. Asırlarca dünyaya adaleti öğretmiş toprakların torunlarına adalet Avrupadan geliyormuş artık.
Yakın zamanda bir kupa gelecekmiş Trabzon'a, özümü, kanımı aldığım topraklara. Tüm Türkiye susacak, Karadenizin azgın dalgaları, isyanını bitirip mavi bir çarşaf misali bekleyecek, horon konuşacakmış.
Ben hiç kupa görmedim, nasıl kutlanır bilmiyorum
Önce ağlıyor mu insan? Ben ağlardım galiba...
Sonra ertesi gün formamı giyip giderdim okula.
Gözümün gördüğü heryeri Şampiyon Trabzonspor posterleriyle süslerdim,
boydan boya...
Olsun, ben yine gurbette olacağım ama gönlüm sizlerledir .Bordonun yanında maviyi görünce tüyleri diken diken olan gönüldaşlarım, Trabzon da Trabzonspor da size emanet. Allah şahidim olsun ki bütün bordo mavi yürekleri temsil ediyorsunuz o topraklarda. Sevgilime çok iyi bakın, asla üzmeyin olur mu?
Kimimiz beş yaşında, kimimiz altı yaşında başlarız hayata...
Komşumuzun kızı Büşra'nın eski bir boya kutusuyla eğleniyor olmasının çok kayda değer bir anı olduğunu sanmıyorum. Fakat belki hatırladığım ikinci anımı sizinle paylaşmama izin verirsiniz.
Hiç unutmam, bir akşam rahmetli anneannemlerde misafiriz. Öyle güzel yaprak sarması yapar ki üzüm bağından... Lahanayı pek bilmezler buralarda. Sarmalar geldi gitti derken, babam gel Eray diye seslendi bir anda, annem babam ve ben bir odaya geçtik. Nedenini düşünemeyecek kadar bihaberdim dünyadan. Duvardan duvara kahverengi bir vitrin, kolları ahşaptan koltuk, doksanlı yılların vazgeçilmezi açık mavi renkte duvarlar, oturduk öylece. İnsan biraz anlatır, biraz altyapı oluşturur yahu, babam edebiyattan ve psikolojiden hiç nasibini almamış anlaşılan, bir anda yapıştırdı cümleyi “Trabzonsporu tutuyorsun tamam mı!”. Annem boş mu duracaktı?
“Hayır Fenerbahçelisin”
“Hayır Fenerbahçe asla olmaz, Trabzonsporlusun”
“Ya Mustafa niye böyle yapıyorsun”
“Erkek adam Trabzonsporludur tamam mı oğlum”
Trabzonspor nedir, Fenerbahçe nedir, nasıl tutulur, tutunca ne olur, riskleri nedir, risk analizi yapılmış mıdır... Hiç sorguladığımı sanmıyorum, sebebini bilmeden Trabzonspor dedim. Babamın sevincini, annemin üzüntüsünü çok iyi hatırlıyorum...
1968 yılında Trabzon'dan Ankara'ya taşınan, 80'li yılların başında da Afyonkarahisar'ın ilçesi olan Emirdağ'a yerleşen bir babanın oğluyum. Toprağından, değerlerinden bu denli uzakta olan ve 95-96 yılındaki faciayı yaşayan bir baba... Trabzonspor'un üst kimliğime ilk defa altın harflerle yazıldığı tarihi, babam ve annemin beni bir telaşla odaya götürüp gönüllerindeki renklerle tanıştırdıkları tarihi tahmin etmek hiç de zor değil. 19 Mayıs 1996, yani ligin son maçının akşamı...
20 Mayıs akşamında ilçemizin meşhur giyim mağazası Orhan Giyim'e götürdü kolumdan tutup babam. Çok heyecanlıydım fakat neden o kadar heyecanlı olduğumdan haberim yoktu. Bir ritüel yaşıyorduk sanki.
“Orhan Abi Trabzonspor forması var mı bizim delikanlıya göre?” dedi babam. Merdiven altı üretim bir forma aldık, artık giyemeyeceğim derecede küçük kalana kadar da çıkarmadım üzerimden.
Gazetelerin arka sayfalarında Trabzonspor haberi bulup okuma yazmamı pekiştirirdim. Ayda bir iki defa alınan spor gazetesinden Trabzonspor sayfasını bulur, Hüseyin ve Nurettin'in önünde açar, göğsümü gere gere bakardım.
Mahalle maçlarında Hami olur gol atardım. Atariler vardı, “Soccer” vardı, yine yeniden Hami oldum gol attım. Campbell'in gelişinden hiç bahsetmiyorum. Bütün mahalledeki Fenerbahçeli, Galatasaraylı, Beşiktaşlı çocuklar Campbell oldu. Kalecisi de Campbell, defansı da Campbell. Sonra Mehmet Ali Başkanın söylediğine göre futbolcu değilmiş o adam, yamyammış galiba, anlam veremedik, yine Hami oldum. Ara sıra babam Dozer Cemil, Dobi Hasan, Ali Kemal falan derdi ama gazetedeki haberlerde onlar hiç yoktu. Ne zaman Trabzonspordan açılsa konu, “Kalede Panter Şenol hatır dinlemez hatır” derdi bir de. Kimdi abi bu Panter Şenol? Yarı insan yarı panter miydi nasıl birşeydi? Hiç araştırmadım, siyah Grundig televizyonumuzun teletexinde zaten arama motoru da yoktu...
Çevremde Trabzonspor'u tutan kişi sayısı neredeyse sıfırdı. Kendimi çok farklı hissediyordum. “Gerçek taraftar sensin” derdi babam. Öyle ki, akrabalarımıza benden bahsederken ilk olarak Trabzonspor'u söylüyordu.
Çocukluk yıllarımda iki kere geldik Karadenizin asi şehrine, kurban olduğum memleketime. 1997 yılının yaz aylarıydı. Bir taksiye bindik, kocaman bir binanın önünde indik. Birsürü insan vardı Trabzonspor formalı. Biryerlerden geçtik içeri girdik, ilk defa karşılaştığım kocaman yemyeşil bir saha, binlerce insan. Aman Allahım, ne arıyor bu kadar insan burada. Burası neresi! Hayatımın en büyük sürpriziydi, babam hiç bahsetmemişti maça gideceğimizi! Bir Antalyaspor maçı ve tribünde tam 30bin kişi... Eve geldiğimizde bütün televizyonlar 30bin kişiden bahsediyordu. Ne hazindir ki maç 2-2 bitince, Hüseyin Avni Abi beni boynu bükük uğurlamıştı evime.
2000 yılında geldik bir de, o zaman da kocaman bir bayrak sallıyordum tribünde. Bursaspor maçı, son dakikalarda serbest vuruştan yediğimiz güzel bir gol ama 2-1 yenmiştik. Bir daha da Avni Akerin havasını solumak nasip olmadı.
2005 yılında lisemizin Suriye'ye yapacağı geziyi iptal ettirip yalvar yakar Trabzon gezisi haline getirdim o aktiviteyi. Gezi iptal olmasın diye ulaşım aracını bile babam ayarladı. Şehre geldiğimizde kocaman bir afiş hatırlıyorum sokakta, bir evden diğerine gerdirilmiş. Gri tonlarda, “Fener'in İki Yüzü / Başroller : Cem Papila, Levent Bıçakçı, Aziz Yıldırım”... Öyle bozulmuştu ki Fenerbahçeli sınıf arkadaşlarım...
Hayatım boyunca birçok farklı yerde okudum. Her gittiğim sınıfta baktığım ilk iki şey, sınıftaki güzel kız sayısı ve Trabzonspor'u tutan öğrenci sayısı oldu. İkisinde de hüsran yaşadım yıllarca. Sokakta gördüğüm adamın mavi gömlek üzerine taktığı bordo kravatı görünce heyecanlandım, Trabzon Ekmeği tabelalarındaki bordomavi renkleri görünce heyecanlandım, batan güneşin kırmızısıyla gökyüzünün mavisi dansederken heyecanlandım. Fakat hiç şampiyon olmuş gibi heyecanlanamadım...
Nasıl bir duygudur bilmiyorum. Burada her Mayıs ayında sevinen insanlar oluyor. Anlam veremiyorum. İstanbul'daki bir takımın şampiyonluğuna Afyonkarahisar, Eskişehir neden sevinir ki, neden sokaklara dökülür ki? Kutlanan nedir ki? Tabiri caizse uçak dolusu parayla çok defa kapalı kapılar ardından yönetilen klüplerin sahadaki kamyon dolusu paraya oynayan futbolcularının şampiyon olması, neden sıradışı birşeymişcesine sabahlara kadar kutlanır ki? Öylesine paralar, lobiler ve imkanlarla, gariban Anadolu takımlarına üstünlük kurup ligi önde bitirmek nasıl bir başarı öyküsüdür ki? Anlayamadım, anlayamıyorum, anlayamayacağım...
24 yaşımdayım. Uzaktan sevdim ben Trabzonspor'u. Platonikti bendeki biraz, bir kere görmek bir ömre bedeldi. Binlerce renktaşımla tribünde tezahürat etmek nedir bilmem, maç öncesi bir kahvede toplanıp son sigaraları da söndürüp Avni Aker'e doğru omuz omuza yürümeyi bilmem, bordo dediğimde karşıdan mavi diye bağırmazlar burada. Hem futbolcularımızla fotoğraflarım da yoktur, maç günü şehir bordo maviye nasıl boyanır bilmem, Trabzonspor galibiyeti sonrası çalınan kornaları bilmem, bilmem oğlu bilmem...
Fakat Trabzonspor'u tutmak nedir iyi bilirim. Şair Ceketli Çocuğun da dediği gibi, ayrıcalıklı ve elitist bir durumdur, en güçlülere karşı koyan ve herkesi yenen hayali kahramanın kanatları altında olmaktır.
Biz, Safinaz'ı çalan Kabasakala karşı Temel Reis'i destekleyen çocuğun heyecanıyla destekledik Trabzonsporu, prensesi çalan ejderhaya karşı Mario olduk, Bizans'a karşı Malkoçoğlu olduk, yalnız olduk, bir başımıza olduk, fakat hep yükseklerde uçtuk, hep efsane olduk, hep tarih yazdık.
Yine bir Mayıs akşamı, bu kez Ünallar Jajaydı, Hamiler Umut, Şotalar Buraktı. Tolunaylar Selçukken, Orhanlar Engindi. Nihat vardı mesela, şimdi Onur diye sesleniyorlar ona. Bedenleri farklı ama ruhlar hep aynı. Arkalarında da Panter Şenol... “Oynayın! Dik oynayın!” diye bağırıyordu. Oynadılar hocam, arş-ı ala altında hayat bulan bütün varlıklar şahit olsun ki dik oynadılar.
Bu topraklarda adalet olmadığından bahsetmemişti kimse bana hiç. Biz şampiyon olursak kupa verilmez dememişti beni Trabzonsporla tanıştırırken babam. Asırlarca dünyaya adaleti öğretmiş toprakların torunlarına adalet Avrupadan geliyormuş artık.
Yakın zamanda bir kupa gelecekmiş Trabzon'a, özümü, kanımı aldığım topraklara. Tüm Türkiye susacak, Karadenizin azgın dalgaları, isyanını bitirip mavi bir çarşaf misali bekleyecek, horon konuşacakmış.
Ben hiç kupa görmedim, nasıl kutlanır bilmiyorum
Önce ağlıyor mu insan? Ben ağlardım galiba...
Sonra ertesi gün formamı giyip giderdim okula.
Gözümün gördüğü heryeri Şampiyon Trabzonspor posterleriyle süslerdim,
boydan boya...
Olsun, ben yine gurbette olacağım ama gönlüm sizlerledir .Bordonun yanında maviyi görünce tüyleri diken diken olan gönüldaşlarım, Trabzon da Trabzonspor da size emanet. Allah şahidim olsun ki bütün bordo mavi yürekleri temsil ediyorsunuz o topraklarda. Sevgilime çok iyi bakın, asla üzmeyin olur mu?