PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : "Ipekli Mendil" Öykü Defteri



Kader KORELİ
04.04.2010, 17:09
Begendiğimiz öyküleri burada paylaşalım..
ilk iki öykü benden gelsin..

Sait Faik Abasıyanık - İpekli Mendil

İpek fabrikasının geniş cephesi, ayla ışıldadı. Kapının önünden birkaç kişi, acele acele geçtiler. Ben, isteksiz, nereye gideceği meçhul adımlarla ilerlerken, kapıcı arkamdan seslendi:

— “Nereye?”

— “Şöyle bir gezineyim, dedim”.

— “Cambaza gitmiyor musun?”

Cevap vermediğimi görünce, ilâve etti:

— “Herkes gidiyor. Bursa’ya daha böylesi gelmemiş.”

— “Hiç niyetim yok” dedim.

Yalvardı, yalvardı, beni, fabrikayı beklemeye razı etti. Biraz oturdum, bir sigara içtim, bir türkü söyledim. Sonra canım sıkıldı. “Ne etsem” dedim. kalktım, kapıcı odasındaki çivili bastonu aldım, fabrikayı dolaşmaya çıktım.

Kızların çalıştığı kozahâneyi geçer geçmez bir pıtırdı işittim. Cebimdeki elektrik fenerini yaktım. Etrafı taradım. Fenerin gür ışığında kaçmaya çabalayan iki çıplak ayak göründü. Arkasından seğirttim, kaçanı yakaladım.

Kapıcı odasına hırsızla birlikte girdik. Kapıcının sarı ışıklı fenerini yaktım.

Ay, bu ne küçük hırsızdı böyle! Ellerimin içinde kırarcasına sıktığım eli ufacık. Gözleri pırıl pırıl.

Neden sonra gülmek için, hem de katıla katıla gülmek için ellerini bıraktım.

Bu sefer küçücük bir çakın ile üzerime hücum etti. Ve çapkın, beni küçük parmağımdan yaraladı. Sımsıkı yakaladım keratayı. Ceplerini aradım. Bir parça kaçak tütün ve gene ayni sıfatlı bir iki sigara kâğıdı, temizce bir mendil buldum. Kanayan parmağıma onun kaçak tütününden bastım; mendili yırttım ve elimi ona bağlattım. Kalan tütünle de iki kalın sigara sardık, ahbapça konuştuk.

On beş yaşında vardı. Hani böyle şey âdeti değildi ama, gençlik işte. Birisi ondan ipekli mendil istemişti, hani canım anlarsın ya, âşıklısı, sevdalısı, komşu kızı işte. Para da yok ki, gidip çarşıdan alsın: Düşünmüş taşınmış; aklına bu çare gelmiş. Ben:

— “Peki, dedim, imâlâthâne bu tarafta, sen aksi tarafta ne arıyordun?

Güldü. İmâlâthânenin nerede olduğunu o ne bi­lecekti?

Birer de benim köylü sigarasından yaktık, iyice ahbap olmuştuk.

Halis Bursalıydı, doğma büyüme. İstanbul’a değil Mudanya’ya bile koca ömründe -bunu söylerken yüzünü görseydiniz- bir defacık inmişti.

Emir Sultan’da, ay ışığında, kızak kaydığımız zamanlar, benim de ayni bu tonda, bu kıvamda arkadaşlarım olmuştu.

Eminim ki, bunun da onlar gibi, uzaktan sesini duyduğum Gökdere’nin havuzlarında derisi karardı.

Biliyorum ki, mevsim mevsim meyvelerin kabuğunun rengini alıyor.

Baktım, yeşil üst kabuğu düşmüş bir ceviz esmerliğiyle esmerdi. Yine bir ceviz beyazlığıyla beyaz ve gevrek dişleri vardı. Ben bilirim, yazın başlangıcından tâ ceviz mevsimine kadar Bursa çocuklarının yalnız elleri erik ve şeftali, yalnız çizgili mintanlarının kopmuş düğmelerinden gözüken göğüsleri fındık yaprağı kokar. O sırada kapıcının saati on ikiyi çaldı. Nerede ise cambaz bitecekti.

— “Kaçayım” dedi.

Onu, ipekli mendili vermeden gönderdiğime müteessir düşünürken, dışarıda bir gürültü ile silkindim. Kapıcı, söylene söylene içeri giriyordu. Arkasından da hırsız...

Bu sefer ben kulaklarını çektim, kapıcı tabanlarını ince bir söğüt dalıyla epeyce haşladı. Bereket patron orada yoktu. Yoksa vallah onu polise verirdi. “Bu yaşta bir çocuk hırsız! Efendim, hapis­hânede yatsın da akıllansın” diyerek.

Çok korkuttuk ağlamadı. Gözleri ağlamaya hazır çocukların gözlerine döndü ama. Dudaklarında ufacık bir titreme gözükmedi ve kaşları sâbit, kararlı hallerini hiç bozmadılar. Yalnız biraz rüzgârlıydılar.

Bırakılınca azat edilmiş bir kırlangıç gibi fırladı. Ay ışığını ve esmer tarlasını, keskin bir kanat gibi sıyırarak kaçtı gitti. Ben, o zamanlar malların istif edildiği imalâthânenin üstündeki bölmede ya­tardım. Odam ne güzeldi. Hele mehtaplı gecelerde ne şirin olurdu.

Tam pencereme yakın bir dut ağacı vardı. Ay ışığı dut yapraklarından süzülür, odaya pâre pâre dökülürdü. Aşağı yukarı yaz kış pencereyi açık bırakırdım. Ne serin, ne tuhaf rüzgârlar eserdi. Vapurlarda da çalıştığım için, rüzgârların kokularından lodos, poyraz. karayel, günbatımı diye tefrik eder, tanırdım. Ne rüzgârlar battaniyemin üzerinden acayip birer rüya gibi gelip geçtiler.

Uykum çok hafiftir. Sabaha yakındı. Dışarıdan bir gürültü geliyordu. Adeta dut ağacında birisi vardı. Korkmuşum ki, kalkamadım, bağıramadım. Tam bu sırada da pencerede bir hayal belirdi.

O’ydu, yavaşça pencereden sıyrıldı. Benim önümden geçerken, gözlerimi kapadım, dolapları karıştırdı. İstifleri uzun müddet alan taran etti. Se­simi çıkarmadım. Doğrusu bu cesarete karşı bütün malı alıp gitseydi, sesimi çıkarmayacaktım. Yarın patron:

— “Ulan üstüne ölü toprağı mı serpilmişti; hayvan” diye kıçıma bir tekme, beni kovacağını bildiğim halde gık demedim.

Halbuki o, yine geldiği gibi bomboş, sessiz sedasız pencereden sıyrılıp gitti. Bu anda da bir dal çıtırtısı işittim. Düşmüştü. Aşağıya indiğim zaman, başına kapıcı ile beraber birkaç kişi birikmişlerdi.

Ölmek üzereydi. Sımsıkı kapalı yumruğunu kapıcı açtı. Bu avucun içinden bir ipekli mendil su gibi fışkırdı.

Ya... İyi, halis ipekli mendiller hep böyledir. Avucunun içinde istediğin kadar sıkar, buruşturursun; sonra avuç açıldı mı, insanın elinden su gibi fışkırır.

Kader KORELİ
04.04.2010, 17:32
Pio Baroja - Mari Belcha

Kucağında küçük erkek kardeşinle, siyah bir kır evinin kapısında tek başına kaldığında, uzak tepelere ve solgun gökyüzüne bakarken ne düşünüyorsun, Mari Belcha?

Mari Belcha diyorlar sana, ya da esmer María, sırf Epifanya Yortusu’nda doğduğun için, başka bir sebepten değil. Mari Belcha diyorlar sana, ve sen beyaz tenlisin, teknede beyazlatılmış kuzu postları gibi, ve yaz mevsiminin altın renkli başakları gibi sarışınsın.

Atıma binip evinin önünden geçtiğim zaman, beni görür görmez saklanıyorsun, benden, doğduğun o soğuk günün sabahı, seni kollarına alan ilk kişi olan ihtiyar doktordan gizleniyorsun.

O sabahın hatırası nasıl canlı, bir bilsen. Mutfakta, kor ateşin yanında bekliyorduk. Dalıp gitmiş büyükannen, gözünde yaşlarla, giyeceklerini ısıtıyor ve ateşe bakıyordu; amcaların Aristondolar, havadan ve hasat mevsiminden söz ediyordu; bense, sık aralıklarla, tavanından saçaklar ve mısır koçanları sarkan küçük bir yatak odasındaki anneni görmeye gidiyordum. Annen inler ve müşfik baban José Ramón da onun başında beklerken, pencereden uzaktaki karlı tepeye ve gökten sürüler halinde geçen ardıç kuşlarına bakıyordum.

Sonunda, hepimizi beklettikten sonra, avaz avaz ağlayarak dünyaya geldin. İnsanoğlu neden dünyaya gelirken ağlar? Boş yere mi, geldiği yer ona sunulan yaşamdan daha tatlı olduğu için mi?

Dedim ya, sapsarı bir bebektin, ve geleceğinden haberdar olan krallar, başını sardığımız küçük berenin içine bir madeni bozukluk koydu. Kimbilir, annenle ilgilenmiş olduğum için bana verilen aynı bozukluktu belki de…

Oysa şimdi, ihtiyar atımla geçerken saklanıyorsun. Heyhat! Ben de ağaçların arasında gizlenerek izliyorum seni. Neden, biliyor musun? Söylesem gülersin. Hele ki ben, büyükbaban olacak yaşta bir hekim taslağı, evet, bu gerçek, söylesem gülersin.

Öyle güzel görünüyorsun ki gözüme. Yüzünün güneşte esmerleştiğini, göğüslerinin tahta gibi olduğunu söylüyorlar, bu doğru olabilir; ama, buna karşılık, gözlerinde dingin güz yıldızlarının esenliği, dudaklarında ise sarı buğday tarlalarında açan gelinciklerin rengi var.

Dahası, iyi yürekli ve canayakınsın; birkaç gün önce, hani şu tatil olan salı günü, anımsar mısın, annenle baban kasabaya inmişti de sen de kucağında göz kulak olduğun küçük erkek kardeşinle dolaşıyordun.

Yumurcak huysuzlanmaya başlamıştı, sen de oyalansın diye inekleri gösteriyordun ona; koca cüsseleriyle oradan oraya koşuşturan, otlarken neşeyle soluk alıp veren, bir yandan da uzun kuyruklarıyla bacaklarını döven Gorriya ve Beltza’yı.

“Gorriya’ya bak…” diyordun lanetli yumurcağa, “şu boynuzlu koca budalaya bak, sorsana tatlıcığım, o koca ve bön gözlerini neden kapadığını; söyle ona kuyruğunu oynatmasın.”

Gorriya sana yaklaşıyor ve bir yandan geviş getirirken hüzünlü gözleriyle sana bakıyordu ve kırışık alnını okşayasın diye sana başını uzatıyordu.

Sonra, öbür ineğe yaklaşıp, parmağınla onu göstererek, “Bu da Beltza, hım, ne kadar da kara, ne kadar da nemrut, onu hiç sevmiyoruz, ama Gorriya’yı seviyoruz,” diyordun.

Ve yumurcak seninle beraber yineliyordu: “Gorriya’yı seviyoruz.”

Sonra, yine huysuzlandı ve ağlamaya başladı.

Ve nedenini bilmeden ben de ağlamaya başladım. Biz ihtiyarların gittikçe çocuklaştığı doğru.

Ve kardeşini susturmak için ikide bir havlayan köpekten medet umdun, kasılarak önlerinde yürüyen horozun ardında yerde yiyecek arayan tavuklardan, oradan oraya koşuşturan aptal domuzlardan.

Çocuk sustuğunda, düşüncelere daldın. Hiçbirini fark etmeden uzaktaki mavimsi tepelere bakıyordu gözlerin, solgun gökyüzünden geçen beyaz bulutlara, tepeyi örten kuru yapraklara, ağaçların çıplak dallarına; ne ki, hiçbirini görmüyordun.

Aslında bir şey görüyordun, ama ruhunun derinliklerindeydi o şey, aşkların ve düşlerin filiz verdiği o gizemli diyarda…

Bugün, geçerken, daha da kaygılı gördüm seni.

Bir ağaç kütüğüne oturmuş, her şeyden elini eteğini çekmiş bir halde, öfkeyle, bir nane yaprağını çiğniyordun.

Söyle bana, Mari Belcha, uzak tepelere ve solgun gökyüzüne bakarken ne düşünüyorsun?


Çeviren: Ali Karabayram
Editorial Dost